Ayşegül Sönmez, Emre Aköz’ün "Hayat taklitle geçer mi? Geçer!" başlıklı yazısından hareketle Türkiye resmindeki kopya aşkına değiniyor…
Geçtiğimiz hafta Emre Aköz, Sabah gazetesindeki köşesinde, Çin’deki kopya kasabasını yazdı:
Şenzen kentindeki Dafen kasabasında, nasıl harıl harıl kopya yapıldığını, dünyaca ünlü tabloların taklitlerini yapan kasabanın kısa bir süre içinde kalkındığını, dünyadaki taklit resimlerin yüzde altmışının buradan çıktığının tahmin edildiğini, kopyanın bile iyisinin ya da kötüsünün olduğunu ve iyi kopyanın iyi para ettiğini…
Aköz, bu kasabada kişiye özel kopyaların da yapıldığını ifade ediyordu. Böylece, Rembrandt’ın Gece Devriyesi adlı tablosunun bir kopyasında kolayca yer alabiliyordunuz.
Bütün bunlar, aklıma “kopyayla aşk”ımızı getirdi. Özellikle de Orhan Koçak’ın, Orhan Peker’in bir mektubundan yola çıkarak, modernlik serüvenimizde büyük bir yeri olan kopyaya yaptığı göndermeyi…
Orhan Peker, İspanya’daki bir müzeden, artık aşkla kopya yapacağını yazar. Koçak’a göre, bu kopya aşkı önemlidir; çünkü büyük bir zorunlulukla Batıya yetişmek ve onların "medeni" resim seviyesine gelmek için yapılan kopyayı, artık “aşk”la yapacak seviyeye, daha doğrusu bilince gelmektir söz konusu olan.
Orhan Peker bile mektubunda, aşkla kopya yapacağına adeta şaşırmaktadır.
Bu aşktan kısa bir süre önce de kopyacılıkla suçlanan bir nesil vardır Türkiye resminde…
D Grubu üyesi Zeki Faik İzer, Emre Aköz’ün, yazısının sonunda bahsettiği Armada Oteli’nde satılacak Atatürklü Napolyon resminden çok önce Delacroix’yı kopya etmiştir.
Eugène Delacroix’nın İnkılaba Rehberlik Eden Hürriyet’i kopya edildiğinde, Atatürklü ve bayraklı resmin adı, artık İnkılap Yolunda’dır. Bu resim, Batılılaşma serüvenimizde yapılacak kopyaların ne ilki ne de sonuncusudur.
İşte o kopya köyü, bana bu kopyalı kültürümüzü hatırlatmakla kalmadı; bugün de güncel sanatçıların, yakın Batı sanatından bazı işlerin Türkiyeli versiyonlarını nasıl yaptıklarını ifşa eden internet sitelerini de gündeme getirmiş oldu. Dahası hâlâ “kopyacı” demek alışkanlığımızın sürdüğünü ve bazen bilerek, bazen de istemeyerek “kopya yapmayı” sevdiğimizi…
Öte yandan, daha önce de yazdığım gibi, bizim çağımız –belki de– Çin’deki kopya köyleri gibi köylerin çoğalacağı, kopyanın –tıpkı Rönesans’taki gibi– olumsuz bir anlamda değil; fakat son derece olumlu anlamda ele alındığı bir çağ…
Kopyanın hırsızlık değil; intihal hiç değil; bir kategori olarak sanatın tam da merkezinde yer alması gereken bir çağ…
Ama n’olur buradan kimse, “O zaman Miro sergisinin borcu nasıl ödenecek?” diye bana sormasın; çünkü kesin bilgi, sergideki resimlerin, Miro’nun orijinal eserlerinin izinsiz kopyaları olduğu değil; Miro’nun hiç üretmediği işlerin çoğaltılmışları olduğudur. Yani büyük sahtekârlık…
Kopya aşkı adına hepinize iyi hafta sonları dilerim…