A password will be e-mailed to you.

AICA Türkiye’nin sanat eleştirmenliği üzerine son oturumuna katılan sanatçı Rafet Arslan’ın konuşma metnini yayımlıyoruz.

 

Kültür sanat alanıyla ilgili oturumlarda konuşmacıların sürekli kendilerine gönderme yapan, cool brief’lerine alışmış durumdayız. Ama ne yazık bugün ben size bir yazar ya da sanatçı olarak marifetlerimden bahsetmeyeceğim. 

Bugün sizleri kişisel aura’m ile etkilemeye çalışmayacağım. 

Bugün siz sayın dinleyicileri/okuyucuları rahatsız etmek için konuşacağım; çünkü ben bu topraklardaki kültür sanat döngüsünden oldukça rahatsızım!

Bugün size etrafımızı saran çoklu iktidar yapılarından, sükut ile yapılan suikastlardan, rutine bağlanan ahbap-çavuş alışkanlıklardan, susmayı tercih edenlerden ve her tarafımızı saran vasat’tan, artık yaratıcılığa izin vermeyen dekorasyondan, herkesin bildiği sırlardan, artık Kafka’nın şatosuna dönen faili belirsiz kültür endüstrilerinden bahsedeceğim.

İstanbul Modern’de geçen sene ne oldu? 2010 kültür başkenti projesiyle devletin resmi kültür belgesini kimler oluşturdu?

Sanatçı birliği kuruluş aşamasında sanatçı olanlar/olmayanlar ayrımını kimler yaptı?

Piyasanın dev bir spekülasyona dönmesinin faili kim?

4. Çanakkale bienalinde ne oldu?

Hes’leri finanse eden banka mıydı yoksa üç kere çağırınca biten “Şekeradam” mıydı?

Fon için kurulan inisiyatifler hangileridir?

“Hiper-gerçekçi” resimdeki patlayan, bir çeşit liberal ortamda beslenmiş Stalinist gerçekçi sanat mıdır?

Güncel sanatın gündemden kopmasının, apolitikleşmesinin nedenleri ne?

Böylece uzayıp gidecek kocaman bir liste… Herkesin kendi içinde bildiği ya da tahmin ettiği, dost meclislerde yakarılarını belirttiği bu ve daha birçok başlık; açıktan ve yatay bir biçimde konuşulmaya başlayınca neden hemen uygarca susturuluyor? Sağduyu adına konuşan sükut suikastçısına dönüşmüş kanaat önderlerinin kullandığı “sihirli kelime” ise çok basit: Hepimiz aynı geminin içindeyiz! Kimse kusura bakmasın ama ben bu bahsedilen tekneye dahil değilim ve o yüzden düz ve Türkçe konuşacağım! Her reddiye ile her karşılaştıklarında kanaatlerimizin önderi olmaya soyunmuş kişiler, nedense hemen sert ve paranoid bir söyleme geçiyorlar.

Modernist misin? Katı Marksist misin? Siyaseten doğruculuğa karşı mısın? Sermaye düşmanı mısın, güncel sanatın 90 öncesine ne mi dönmesini istiyorsun… Yanıtım kısa ve net: Saydığınız başlık ya da yaftalardan hiçbiri, hiçbiri değilim. Yazar Philip K Dick’in dediği gibi kimin suçlu olduğunu bulmak istiyorsan, kimin kazandığına bak. Sanırım sonunda tüm bu saydıklarımdan ötürü beni komplo teorisyeni olmakla suçlayacak kişiler çıkacaktır. Ama güncel sanatı bütünüyle kuşatan bu komplonun teorisi çoktan; 1996 yılında Baudrillard tarafından yazıldı. Ve bazen, Gerçekler sırf gösterinin hazzına kapılmış izleyicileri sarsın diye komplo görünümüyle de ifşa edilebilir. Farkında mısınız artık ne kadar çok sansürden bahsediyoruz. Ama en azından şu an güncel sanat alanında, merkezi iktidar tarafından yapılan pek bir sansür gözükmüyor. Peki, bahsi geçen mobbingleri, sansürleri, bu susturma hamlelerini kim yapıyor? Yanıt çok açık, tanıdığımız bildiğimiz, arkadaşı olduğumuz ve bazılarının da aynı teknede olduğunu düşündüğü sanatçılar, küratörler, eleştirmenler, sanat tarihçileri…

İşin aslı en büyük sorun oto-sansür… Çünkü kimse, hakim ilişki ağlarının dışında bırakılma, görünmez kılınma korkusunun kendisinin en büyük sansür/oto-sansür düzeneği olduğunu idrak etmek istemiyor. Mesela artık sanat piyasasındaki herkes muhalif gibi davranıyor. Sanatçılar, eleştirmenler, sanat tarihçileri, kurumlar ve hatta galeriler bile… Ortalık Deleuze, Brecth, Debord, Foucault adlarının dolaşımından yıkılıyor. Radikal tavrın bu sükse yaptığı, geçer akça olduğu, popülerleştiği başka bir dönem görülmemiştir. Ama sanatçının bu kadar silikleştiği, girişimciye döndüğü, entelektüel bir varoluştan uzaklaştığı dönem de görülmemiştir.

Peki, o zaman neden sanat tamamen adını piyasa olarak özetlemeyi seçtiğimiz spekülasyonun esiri oldu, her yeri saran bu iç kaldırıcı dekorasyonun, bu kitsch patlamasının, sanatın her alanını saran apolitikliğin sorumlusu ne? Her tarihsel konum; ondan hemen bir öncesindeki dönemin ne ekip biçtiğiyle belirlenir. Bu noktada bugün yaşadığımız iç karartıcı durumun sebeplerini 90’lı yıllardan bu güne evrilen süreçte aramalıyız. Ve 80′ öncesine dönüş korkusu gibi 90′ öncesine dönme umacılarına da aldırmayarak… Ki 90′ öncesi sanatı sadece cumhuriyetçi ya da toplumcu gerçekçi diye aktarıp geçen sözde tarihçilere aldırmadan; Ece Ayhan, Fikret Ürgüp, Sait Faik, Cihat Burak’ın ütopyacı, öncü, gerçeküstücü kıvılcımlarını da sırtlayarak… 90’lı yıllarda Türkiye’de güncel sanat 80 darbesi sonrası ortam içinde aktif, sahada ve eleştirel bir yatarım süreciyle doğdu. Kendisinden önceki "modern" olduğunu iddia eden ama avangart olamayan geleneğe; fluxus, pop (pop yorumu üstünden dada) ve de Avrupa’daki post-situasyonist tartışmaların etkisiyle bazı doneler alıp, ironi üstünden pratik ve güncel bir sanat üretti. Bu süreç modernin tam yaşamadığı topraklarda bir çeşit kısa devre hamlesiyle, post-modern bir okuyuşun dile gelmesiydi aynı zamanda. Post-modern durumla gündeme gelen kimlik, sivilleşme, aidiyet, beden politikası, queer, çok kültürlülük, kültür politikaları, kolonyalizm, post-yapısalcılık, azınlık, kentçilik gibi kavramlardan bahsedilmesiyle başlayan süreç; ne yazık ki teorik çalışmalardan hızlı koşan bir sanatsal pratik yarattı. Alt metni doygun olmayan ama göndermesi bol olan; imgeler kuruldu. 90’larla başlayan ve bugüne dek devam eden süreçte güncel; sanat bürokratik sistem ve onun resmi ideolojisine dokunan işler üretti. Bunun pratik göstergesi Kenan Evren, militarizm, Mustafa Kemal, türban gibi imgelerin kullanımındaki yaygınlıktı. Fakat bugün gelinen noktada, modern hareketin ülkedeki en belirgin ismi Enis Batur’un da andığı gibi 1. Cumhuriyet sona ermiştir; var olan paradigma radikal bir şekilde değişmiştir.

Şimdi, güncel sanatın gerek pratik gerek eleştirel olarak var olan durumunun bu yeni paradigmayı anlamakta yetersiz kaldığını düşünmekteyim. Sanki birileri 90’lardan bu yana önümüze bir sürü kavramı atıp çekilmiş, şimdi bizler de delirmeden o kuyudaki taşları anlamlandırmaya çalışıyoruz. Her şeyi sivillik temelinde ele alan “post-düşünce” , sivilleşmiş ama özgürleşememiş; sivilleşmiş ama otoriterleşmiş bir “yeni cumhuriyet” karşısında kala kalmıştır. Ki yaşanan sadece toplumsal/politik bir dönüşüm değildir; kültür de dönüşmektedir. Son 10 yılda en kitsch ifade haline gelmiş dekoratif estetik beğeninin hakimiyeti, ülkede yaşanan dönüşümden bağımsız düşünülemez. Bu noktada bugün yaşananları Lacan’cı bir bakışla geleceğe sızan ve onu ele geçiren bir geçmiş olarak okumak da okumak mümkündür.

Suret yasağının yüzyıllar boyu egemen olduğu bu coğrafyada, işleme/süsleme sanatının tarihsel “karadelik”i şimdi güncel sanatımıza dekorasyon ve kitsch olarak patlamaktadır. Zeminden gelen bu tarihsel hayalete, İstanbul saray beğenisinin arabesk ve şatafat estetiğini eklersek bugünün giderek “post-Osmanlı"ya kayan estetiği açığa çıkar. Güncel sanatın “kayıp mektup"u ise, geleceğe geçmişten bir dönüş karşısındaki ikircikliktir. 90’lı yıllarla yeni bir ses olan Kürt sanatçılarında gelinen aşamada periferiden merkezin ortasına gelmesi, rol çalma ile başlayan sürecin kendi güç alanlarını yarattığını görüyoruz. Oysa ulusal kimliğin reddedildiği dönemde yakalanan güncel, eleştirel ve yer yer sert nihilist imge; şu günkü müzakere ve karşılıklı barış dili arama döneminin gündemine dokunan güncel bir sanat dili yaratamamaktadır. İsyankar ve romantik bir söylem üzerinden gelişen ironik sanat; şimdi dekoratif ve ironik bir imgede takılıp kalmıştır. İşte tam bu noktada güncel sanatın felsefeden, düşün dünyasından kopukluğunun da sancılarını yaşamaktayız. Başlamasını ümit ettiğimiz bir toplumsal bağışlama döneminde; sanatın üstleneceği rolde ne yazık ki ironi, romantizm, ulusal kültürün dekoratif imgelerden çok felsefi, poetik ve de etik bir dile/imgeye ihtiyaç var.

Bu noktada Richard Kearney, Paul Ricoeur, Derrida gibi hermenuitik/fenomenoloji düşünürlerinin ütopyacı itkiyle beslenen “komşunu sev” çağrısını bu toprakların heterodoks diliyle canlandırmak gerek.

İroni ve romantizmin tekdüze/tekrar söylemleri yerine hafızayı kini kazıyacak bir güvene, af ve bağışlamayla şekillenecek bir kolektif yas sürecine taşıyacak etik ve evrensel bir imgeyi yaratmanın kapılarını çalmalıyız.

Politik sanatın can acıtmaz, kısır tekrar ya da muhalif bir jeste dönüşmesi, git gide artan dekorasyon mamuller, eleştirel keskinliğin kaybı ve güncel denilen sanatın gündemden kopukluğu gerçeği ile yüz yüze olduğumuz koşullarda "eleştiri" başlı başına bir acil durum sinyali veriyor. Şu ana gelip dayanan durum: Her şeyin; ilişki ağları, güç alanları etrafında döndüğü, içine kapalı tuhaf bir düzenek hali. Bu manada sanat liberalleşmiyor; içine çekiliyor, belli ilişkiler üzerinden şekillenen bir feodal cemaate dönüşüyor.

Bu yüzden son sözü, bu hakim kültüre karşı direnişe bırakmalıyız. Köksüzlük, bağımsızlık, alaylılık, başarıya odaklı olmama, gerçek disiplinler arası deneyim, hakim dile dahil olmamak ve kolektif ruh; karşıt kültürün direniş cepleridir.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 09:37:11