Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde küratörlüğünü Ali Akay’ın yaptığı Ulay’ın Erken Dönem İşleri: Kimliksizleşme ve Dönüşme sergisinde 10 Ekim’e kadar Ulay’ın performanslarını görebilirsiniz. Daha ilk cümlemde sözünü ettiğim “Sanatın kriminal bir yönü var” performansını henüz görmediyseniz ya da haberdar değilseniz mutlaka görmelisiniz.
Ulay ya da Kendi Kimliğini Kendi Yaratmak
Duvara yansıtılmış siyah beyaz videoda bir kolunun altında zarar görmesin diye üstü örtülmüş bir tablo taşıyan genç bir adam rüzgarın yağan karı sağa sola savurduğu Berlin sokaklarında peşine düşmüş polislere yakalanmamak için koşuyor…
Bu karlı kış gününde muhtemelen avuçlarında ve parmak uçlarında “sanata suçlu bir dokunuş” değdirmenin yarattığı sıcaklıkla. Bu uzun saçlı, uzun boylu adamın ismi Frank Uwe Laysiepen. Uwe Laysiepen, İkinci Dünya Savaşı sürerken, 30 kasım 1943’te İngiliz uçaklarının turladığı Almanya’nın Solingen kentinde sivillerin korunmak için sığındığı bir barınakta bir bombardıman sürerken doğdu.
Savaşın ortasında açık mavi gözlerini dünyaya açan bu bebeğin elli yaşındaki babası Nazi’ler için savaşmak için asker olarak Stalingrad‘a gönderilmişti. Oğluna tek tavsiyesi, yaşadığın sürece asla ve asla orduya katılma! olan bu baba, yirmi yaşında da Birinci Dünya Savaşı‘nda askerdi. Bu iki kanlı savaşı cephede yaşamış olmanın yorgunluğu ve sağlık sorunları nedeniyle babası, Uwe henüz ondört yaşındayken hayata gözlerini yumdu ve bir sonraki sene de annesi başka hiç bir akrabası olmayan Uwe’yi yeryüzünde bir başına bırakıp bir ormanın içine girerek kayıplara karıştı.
Yetimhaneye gönderilen Uwe, savaşın orta yerinde bir bombardıman esnasında doğmuş olmanın ve artık yeryüzünde kimsesi kalmamış olmanın ağırlığıyla artık Uwe olmak istemiyordu. Resmi kayıtlarda ismi Frank Uwe Layseipen olarak geçse de artık o Uwe olmayacaktı. Ama kim olacaktı? Kim olsaydı eğer hayatı kayıtsız şartsız sevmesine durmaksızın engel çıkaran kimliğinin üstesinden gelip onu yeniden yapılandırabilirdi?
Uwe’nin U’su ve Laysiepen’nin Lay’ı
Böylece Ulay “Ben kimim?” sorusunun harflerini bedenin farklı yerlerine kazıyıp bir göçmen gibi dünyayı dolaşarak bedenindeki bu harflerin izleyicilerin gözlerinde yarattığı yansımalarına bakıp kim olduğunu öğrenme serüvenine başladı. Ulay, yani Uwe’nin U’su ve Laysiepen’nin Lay’ını birleştirdiği kod adıyla.
Savaşta kaybedilmiş bir kimliğin yerini belki ancak sanatta ve sanatla yeniden oluşturulacak bir kimlik doldurabilirdi.
Ulay çok basit bir şekilde kim olduğu sorusunu bir kenara bırakabilir, mühendislik eğitimine devam ederek keskin zekasıyla başarı sağlayıp düzenin kendini tekrar ettiği bir hayat sürebilirdi. Ama bunu yapmadı çünkü muhtemelen ona göre hayat ona paradan çok daha fazlasını borçluydu. Benliğini sanatla keşfetmek için önce aforizmalar yazmaya başladı. Daha sonra fotoğrafa başladı ve polaroid fotoğraf onun ilk medyumu, ilk kendini anlatma aracı oldu. Fotoğraflarda kendi bedenini ve bedeni sanatta medyum olarak kullanmanın gücünü farketti. Bu güçte aynı zamanda yüz yıllardır estetiğe odaklanmış sanatın alanında etiği de daha yüksek sesle haykırabilmenin olanağını keşfetti. Böylece kimliği ve kimliğini sorguladığı performanslara başladı.
Sanatın suçlu bir yönü var
Sanatın kriminal bir yönü var isimli 25 dakikalık bu videoda avantgardların ve Ulay’ın sanatı yeniden yapılandırmak için sanat kurumlarıyla mücadelede nasıl “militanca” bir tavır takındıklarını, sanata nasıl toplumsal ve etik bir boyut kazandırdıklarını ve belki daha fazlasını göreceksiniz. Bu aksiyona konu olan tablonun Hitler’in en sevdiği ressamlardan Carl Spitweg‘in Fakir Şair tablosu olduğunu da belirtelim.
Foto-Ölüm adlı 8 dakikalık performansta ise Ulay tam olarak kimlik olgusu üzerine odaklanmakta. Sanki Jacques Lacan‘ın öznenin oluşumunu anlatan ayna teorisindeki aynayı tersine çevirerek ikisi de Bergsoncu olan Merleau-Ponty ve Gilles Deleuze‘ün yaklaşımlarında olduğu gibi beden ve öznenin tekliğin metafiziği ya da ikiliğin diyalektiğinden değil, beden ve öznenin içinde yer alan çokluklarla oluştuğu fikrini onaylamakta
Kimlik Değişimi performansında ise kimliğin yer değiştirmesinin mümkünlüğü üzerinden kimliğin değişkenliğini göstermekte.
Kanal Evi’nin Değişimi videosu ise sanıyorum Ulay’ın fotoğraftan performansa geçtiği noktayı temsil ettiğinden sergideki yerini almış. Ulay’ı bilenler onu en çok Marina Abramovic’le yaptığı performanslarla bilirler. Belki biraz Marina Abramoviç’in ününün onu geri planda bıraktığını da söylebiliriz ama Ulay olmadan Marina Abramoviç de asla Marina Abramoviç olamazdı.
1976’da Abramovic’in vücuduna bir jiletle çizdiği yıldızın yarasını Ulay’ın performanstan sonra pansumanlamasıyla başlayan tanışmaları Ulay’ın kimlik arayışına yeni bir boyut kazandırdı. Ulay’ın ucuza aldığı kamyonetiyle yıllarca sürecek bir göçebe hayata başladılar ve performanslarını da gittikleri yerlerde sürdürdüler. Bugün bu hayat tarzı bir çok kimseye anlaşılmaz geliyor.
Nasıl olur da bazen aç bazen tok yıllarca yollarda böyle bir işi yaptılar? Nasıl olur da para en değer verdikleri şey olmadı? Nasıl olur da yollar boyunca gerçekleştirdikleri performansların çoğunu para almadan ya da bazen aldıkları ufak bir miktarla tatmin olarak yaparlardı? Umut, motivasyon ya da başka neydi onları yaptıkları işte diri tutan? Cevabı belki de bu soruların yaşıyor olmanın farkında olmak, bedenlerini ve hayatlarını sınırlarına kadar götürüp hayatın en büyük gerçeğinin sadece ve sadece yaşıyor olmak olmanın bilincinde olmayı biliyor olmalarıydı.
Sanatçı ve aktivist sözcüklerinin birleşimi: “Artivist”
Ulay “Ben bir artivist’im.” diyor yani sanatçı ve aktivist sözcüklerinin birleşmesinden ortaya çıkan sözcük. Aktivist çünkü sanatta ve hayatta unutulmuş etik daha güçlü kılınmalı ve sanatçı çünkü hayat estetik kılınmalı. Ulay hayatı boyunca her zaman dışlanmışlarla iç içe oldu, onların yanında oldu, onlara destek oldu, onların kimliğiyle kendi kimliğini yeniden ve yeniden oluşturdu: göçmenler, travestiler, transeksüeller ve tüm ezilen kimlikler…
Belki de tarihin en büyük kurumsallaşmalarından biri olan Nazi kurumunun bir kurbanı olarak tüm kurumsallaşmalara karşı durdu. Hatta Marina Abramovic’le olan ilişkisine de son vermesinin nedeni Ulay için, bu terk edişten dolayı her ne kadar Marina Abramovic artık kendisinden nefret edecek olsa dahi, bu birlikteliğin artık bir kurumsallaşmaya doğru gitmesi oldu. Ve muhtemelen ilk karısı ve Marina Abramovic’te olduğu gibi hayatına girecek tüm kadınları terk edecek olan Ulay’ın annesinin onu küçük yaşta terk etmiş olması diğer bir neden sanki.
Ulay 2009 yılında kansere yakalandı ve bu artık saçları ağarmış ihtiyar arkadaşlarına veda etmek için tekrar yollara düştü. Bu yolculuklar esnasında yönetmen Damjan Kozole de kamerasıyla ona eşlik etti. Ulay’da kanser teşhis edilince kamera, 2011 yılından başlayarak Ulay’ın kanserle mücadelesi ve arkadaşlarını ziyaret ederek geçmişi anması ve onlara veda etmesini çekti. Ulay kanserle mücadelesinin en büyük, en önemli performansı ve projesi olduğu söylüyor.
“Kanser Projesi” ismiyle çekilen bu görüntüler bir belgesel film haline getirildi. Proje ona iyi geldi ve Ulay hayata olan sevgisiyle kanseri yendi. Ulay kanseri yendi ama kimliğinde derin yaralar taşıyan Frank Uwe Laysiepen muhtemelen aynı kanseri yenemezdi.
Hayatın karşımıza çıkaracağı kanserleri yenebilmek için yaralı kimlikleri göçebeler gibi hayatın bitmek tükenmez bilmez yollarına dönüştürerek onların üstesinden gelmeyi bilmek gerek.