A password will be e-mailed to you.

65. Berlin Film Festivali’ni takip eden Alin Taşçıyan hangi filmlerle açılışı yaptı? 

65. Berlin Film Festivali’ne ve 45. Forum’a geç ve güç bir başlangıç yaptım. Festivale ikinci gününden sonra girmek sorun değil Andrew Haigh’in “45 Years” (45 Yıl) ve Cafer Panahi’nin “Taxi” filmleri pek beğenilmiş, nasılsa bir yerde yakalarım! “Taxi”nin Türkiye hakları da alındı… Yerli yapımlar, Generation Kplus’ta yarışan “Kar Korsanları” ve Forum’daki “Nefesim Kesilene Dek” de her nasılsa izleyeceğim filmler… Geç kalma kısmını haydi böyle hallettik… Ama güç olan kısmı izlediğim çoğu filmde düşkırıklığına uğramam: Bilmem bu yılki program mı talihsiz yoksa ben mi talihsiz seçimler yaptım… Forum’da bile çarpıcı işlere denk gelmedim.

Genel olarak sinema otoriteleri festival kıvamını bulana dek homurdanır durur… Ben bunun bir tür dramaturji olduğunu düşünürüm. Festivalin de kendince bir akışı var, inişler çıkışlar olacak ve elbette en iyi filmleri ortanın sonuna doğru çıkaracak ki heyecanı kaçmasın… Bu yıl eğer “İşte buna değdi” diyeceğimiz bir film çıkmazsa durum iç açıcı olmayacak.

Berlinale’de iki önemli yönetmenin, Terrence Malick ve Pablo Larrain’in filmleriyle aşırı uçlara savrulduk. Malick’in filmi “Knight of Cups”a (Kupa Valesi) istemeye istemeye gittim. Bir efsane iken yeni filmini görmeyi istemeyeceğimiz bir yönetmen haline nasıl geldi Malick! Hala şaşırıyorum! Endişelerimizi haklı çıkardı ne yazık ki…

“Yeni Dünya” sonrası döneminde bir Terrence Malick filmine giderken hazırlıklıydım elbette! Ama insan yine de “Tree of Life / Hayat Ağacı”nın ‘kutsal’ meyvesini yiyen, Armani giysiler, kozmetik ürünler ya da Los Angeles turizm ve tanıtma müdürlüğü reklamlarının arka arkaya sıralanmışı tarzında bir film de beklemiyor. “Hayat Ağacı” benim nazarımda tipik bir köktendinci filmdir… “Knight of Cups” adını da aldığı tarot kartlarını simgeleyen epizotlara ayrılmış olmasına rağmen manevi kaynağını yine İncil’den alıyor. Bu kez yönetmen kendini bir vaiz gibi görerek film boyunca doğrudan vaaz veriyor izleyiciye.

Toplam planların üçte birinde güzel kadınları yarı çıplak teşhir eder, diğer üçte birinde Los Angeles’ın bütün plajlarını dolaşır, downtown’ın çağdaş mimarisine hayranlığını dile getirir ve dekorasyon dergisi sayfalarından fırlamış hobo chic mekanları sergiler ve kahramanını bol bol partiletirken film nasıl “İncilci” oluyor ben de anlamadım! Dekadans diyeceğim ama her şey, Las Vegas kumarhaneleri bile o kadar hoş bir koreografiyle sunuluyor ki dekadan görünmüyor! Hatta Hollywood’un bütün hedonizmini gösterip basbayağı izleyiciyi imrendiriyor. Filmin en başındaki depremi ve ara sıra Christian Bale’i çölde gördüğümüz sahneleri unutup kahramanımızla birlikte sefaya dalıyoruz… Sonra voice over oluyor vaaz boşver! İlahi çelişki! Üstelik izleyiciyi sürükleyen lirizmle ambalajlanan kuvvetli dini damardan ne çıkar ki? Hollywooddakilerin de ruhu var, ona ne şüphe! Ama kurtarmak Terrence Malick’e mi düşermiş, orasını bundan sonraki film gösterir.

Berlinale, “Knight of Cups”ın cennetlik Hollywood camiasından  “El Club”ın (Klüp) cehennemlik papazlarına savurdu bizi! Los Angeles’ın romantik dalgalı Pasifik kumsallarından Şili’nin kumları bile siyah, her daim sisli kayalık kıyılarına götürdü! Kilisenin günahkar hizmetkarlarını, pişmanlık duysunlar ve cemaatin gözüne görünmesinler diye sürgüne gönderdiği bir komün evinde geçen Pablo Larrain filmi “El Club” acımasız bir eleştiri. Adeta bir ceza infaz aracı! Bölgenin okyanusun yoğun nemi nedeniyle her daim sisli ve bulutlu olan iklimini yansıtmak için doğal ışığını kullanıyor, böylelikle karanlık, soğuk ve nemli atmosferi perdede de birebir yaratıyor “El Club”.

Günahkar rahipleri yargılıyor, lanetliyor, özellikle pedofiliyi sarhoş bir kurbanın ağzından en çirkin ayrıntılarına varıncaya dek anlattırıp film karakterleri aracılığıyla kilisenin ipliğini pazara çıkarıyor.   Hiçbir şekilde merhamete ya da şefkate yer bırakmayarak son yıllarda yoğunlaşan, hatta bir önceki papanın görevi bırakmasına dek varan seks skandalları üzerinden organize dine açıkça cephe alan bir film “El Club”.

Eşcinselliği kabullenmeyen dinin temsilcilerinin eşcinsel olması, üzerine bir de pedofil olması meselesi doğrusu çok ikircikli bir alana kayıyor. Her ne kadar Larrain, homofobik olmamak için araya birkaç diyalog serpiştirmeşse de eşcinselliği pedofiliyle özdeşleştirmesi hiç de hoş kaçmıyor. Din adamlarının kadınlarla birlikte olmaları yasak olduğu için eşcinsel oldukları ve yetişkinlerle birlikte olamayacakları için papaz yardımcısı çocuklara tecavüz etmeleri, eşcinsel ve pedofil oldukları için din adamı olmaları gibi neden sonuç ilişkileri kuracak malzeme vermesi de bir o kadar nahoş.

Hele şiddetini ironisiyle dengeleyemeyen, yer yer kapkara bir mizahla izleyicinin üzerine çöken filmde her şeyi düzeltmek için gönderilen “yeni kilise” temsilcisi psikolog – rahibinin cellatvari tavrı filmin siyasi tonunu netleştiriyor en azından. Diktatörlük işbirlikçisi kilisede diktatörlük sonrası palazlanan burjuvazinin kapitalist değerlerinin egemen olduğunu anlıyoruz. Ama fonda rahatsız edici bir hal alan Arvo Part müziği ve çiğ mi çiğ bir hiciv eşliğinde! Larrain’in sinemasını çok seven biri olarak kafamda çok fazla soru işareti bıraktı. Öte yandan Larrain’in filmi pek çok kişinin içinin yağını eritti ve ciddi bir Altın Ayı sahibi olarak görülmeye başlandı.

Ben bu filmlerle bile, yine de kanaatkar olayım diyorum, hem tarot kağıtlarının arasında da Kanaatkarlık var!

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 22:36:50