A password will be e-mailed to you.

Erdal İnci, Art On İstanbul’da 5 Haziran Pazar gününe kadar sürecek "Kent Manzaraları" başlıklı sergisinde kentlerin ve doğanın hızla mutasyona uğradığı bir dönemde kentsel mimari yapıları ve iç mekanları algılama biçimimizi dönüştürmekle uğraşıyor. 

Erdal İnci, Art On İstanbul’da 5 Haziran Pazar gününe kadar sürecek "Kent Manzaraları" başlıklı sergisinde kentlerin ve doğanın hızla mutasyona uğradığı bir dönemde kentsel mimari yapıları ve iç mekanları algılama biçimimizi dönüştürmekle uğraşıyor. 

Bazen yaşamımızın nasıl da cidarlı cepheler, alçak tavanlar ve ışığı sızdırmayan sert duvarlarla sınırlanmış ve taşlaşmış olduğunu fark ederiz. Bir de bakmışız kendi kendimizin karanlık odaları olmuş bedenimiz ve zihnimiz. Üstelik artık bir gerçeklikten diğerine geçişe yol veren loş pasajlar da bugün iki ters uç arasındaki kararsızlığın kakofonik ve garip mekanları olarak tedavülden kalkmak üzere. 

Kentin sürekli değişen biçimlerini kaydetmek, kentsel kolektif hafızaya yapılan bir ektir. Oysa artık kaskatı kesilmiş bu kentsel bedenin yüzeyindeki kuru ve çatlak deriye nüfuz etmek ve delik deşik, süngersi ve oyuklu dokularını kat ederek onu hareketlendirmek, onu yeniden kendini dönüştüren organik bir mikro-organizma, bir akışkan haline getirir. 

Böylelikle içinde yaşanılan sayısız gerçekliğin henüz fark edilmemiş görüş açıları, konumları ve ifade yolları yeniden keşfedilebilir. Ancak bu sayede mekanın ve zamanın, Rudolf Arnheim’ın deyişiyle, başka bir “görsel düşünme” biçimi olarak tahayyül edilmesi ve çözülmesi mümkün hale gelebilir. 

Gerçekliğin yeniden kurgulanması ve soyutlanmasıyla içinde yaşadığımız mekanın ve zamanın henüz deneyimlenmemiş ve keşfedilmemiş farklı boyutlarında var olunabilir. 

Erdal İnci “Kent Manzaraları” adını verdiği bu sergide içinde yaşadığımız dünyaların zamansal ve mekansal gerçekliğini yenilikçi ve deneysel bir yaklaşımla keşfediyor. Kentlerin ve doğanın hızla mutasyona uğradığı bir dönemde İnci, kentsel mimari yapıları ve iç mekanları birer gerçeklik olarak algılama biçimimizi dönüştürmekle uğraşıyor. 

Sanatçının son dönem araştırma süreci çıktıları olarak karşımıza çıkan işler, sanatsal müdahalenin kısıtlı tutulduğu, ancak bilimsel ve teknolojik yöntemlerin daha yoğun benimsendiği birer “görsel belge” niteliği taşıyor. Tıp, ormancılık, arkeoloji, havacılık ve olay yeri inceleme gibi farklı alanlarda kullanılan veri görselleştirme ve fotogrametri gibi dijital görüntüleme teknikleriyle bakış açımızın ve görüş kısıtlılığımızın erişim olanaklarını arttırmaya yönelen sanatçı, kentsel manzaraların nasıl dönüştüğüne dair görsel tanılar sunuyor. 

Kent Manzaralarını birbiriyle ilişkili iki katman ve bu katmanların birbirleriyle oluşturduğu fraktal kıvrımlarla izlemek mümkün.

Bugün yeni bir devlet oluşumunu ve yönetim zihniyetini oluşturan algoritmik mimari ile veri yığınları aynı zamanda güncel iktidarın devasa anıt yapıları olarak karşımıza çıkıyor. Robert Müsil “Dünyada anıtlar kadar görünmez yapılar yoktur” diyor. Anıtların deneyim çeşitliliğine kapalı olması, gerçekliğe dair yönlendirilmiş bir algı oluşturması ve statik kaide formu, özgür düşünce ve duygu oluşumuna olanak sağlamıyor; aksine anıtı, anıtın aktardığı enformasyonu ve anıtı oluşturan iktidarı görünmez kılıyor. 

Berlin Duvarı gibi bir kamusal anıtın görünmezliği, bugün hem duvarın temsil ettiği gerçekliğin hem de bu gerçeklikle ilişkili değerlerin yatay düzlemdeki görünmezliğini ifade ediyor. Nitekim kaçışları engelleyen ve iki karşıt tarafı birbirinden ayıran bir cephe olarak tasarlanan Berlin Duvarı’nın 1989 yılında çökmesiyle eksiltilen yapı, kamusal hafızayı aktaran, nakleden ve ileten bir tüketim metasına dönüşerek bir “hiç-mekan” haline geliyor. 

Oysa bugün hızla yükselen kent yaşamı ve veri yığınlarıyla inşa edilen hakim mimari yapı dikey düzlemde. Bu yüzden üst üste yığılma, tek bir karede her an çökmeye hazır ancak görülmeyen bir yapıya dair bir “görsel düşünme” yolu açığa çıkarıyor. 

Kamusal bir anıt olarak Berlin Duvarı ve cephenin eksilmesine neden olan gerçeklikler ise bugün tıpkı algoritmik yönetimselliğin etkilerinin lineer eksende ancak piksel parçacıklarla görülebilmesi ve deneyimlenebilmesi gibi tek bir karede ve totaliter bir şekilde okunamıyor. Duvarın gerçek uzunluğu ya da duvarın yapılma süreç ve işlemleriyle ilgili veri de artık okunamaz halde. Bu karanlık yapının inşa edilmesine ve çökmesine yol açan siyasi, toplumsal ve ekonomik olgulara dair enformasyon da algılanamayacak oranda parçacıklaşmış ve dağılmış durumda. 

Bu yüzden İnci’nin bu sıra dışı veri görselleştirme çalışması, üst üste yığılan ve parçacık veriyle dikey bir mimari yapı oluşturan ancak bugüne kadar hakim olan lineer perspektifle bir türlü okunamayan gerçeklik algısını artırmaya yönelik gibi duruyor. İnci hiç-mekana dönüşmüş enformasyonu zamansallık formlarına kavuşturarak onu zaman-imgelerle yerinden ediyor ve bunu görsel belgeleme yoluyla algılanır kılıyor. Yapının inşası yerine ve çöküş sürecini ve çöküş işlemlerini güncel bir görsel düşünme yolu olarak sunuyor.  

Böylelikle sanatçı, bir dönem asla yıkılmayacak sanılanın nasıl da çöktüğünü, çöküşe güncel bir form kazandırarak kolektif hafızaya ekliyor. Bu çalışmada İnci’nin duvarın mimari formunu oluşturan yapısal unsurları birebir oranda ve ölçüde kullanması ise onun gerçeklik kurgusu yaklaşımını ve fotogrametri tekniğini kullandığı seriyle yakından ilişkili. 

Erdal İnci araştırma sürecinin ikinci evresinde veri esaslı bir haritalama yöntemi olan fotogrametriyi yenilikçi bir yaklaşımla ilk kez sanatsal üretime açıyor. Eski Yunanca’da phōtō- (φωτω), grámma (γράμμα) ve métron (μέτρον) sözcüklerinden oluşan fotogrametri aslında ışıkla çizim ve ölçüm yaparak bilgi ve belge oluşturmaya dayalı bir bilim. 

Bugüne kadar ağırlıklı olarak mimarlık, şehir ve bölge planlama, ormancılık, arkeoloji ve olay yeri inceleme gibi alanlarda kullanılan fotogrametri, sanatçının görsel belge çalışmalarında birebir ölçümleme, hesaplama, plana sadık kalma, kesinlik, doğruluk, geçerlik, güvenirlik gibi bilime atfedilmiş ilkelerle birlikte kullanılıyor. 

Öte yandan mekansal ve zamansal olarak birbirinden ayrışık fragmanları eklektik bir şekilde kurgulayan İnci, bu kez ne tek bir formun ne de bir formun tekrar hareketi içine yerleşmeden, görsel veri yığınlarını birinden alıp diğerine katarak dinamik ve akışkan gerçeklikler tasarlıyor. 

İncinin “model” kullanımı ise bu sergideki yenilikçi unsurlardan bir diğeri olarak dikkat çekiyor. Sanat eserine aracılık eden temsili varlığına karşın bu seride her model “kendi başına bir varlık” olarak değerlendiriliyor. İnci’nin resim ve fotoğraf geçmişiyle kurduğu b(ağ)lar, böylelikle modellemeyi temsili bir gerçeklik algısı yaratmak için kullanan diğer alanlara aşılanıyor. 

Bu seride birebir temsil etmeye dayalı modelleme yaklaşımına ek olarak başka bir gerçeklik kurgusu yaratma girişimi de karşımıza çıkıyor. Nitekim her çalışmada birer model olarak karşımıza çıkan obje/bedenler, hem konuyu oluşturuyor hem de modelin yaşama dair saklanmış şeylerini açığa çıkarmaya aracılık ediyor. Aracılık eden bu şeylerin her biri ise kendi başına bir varlık olarak görsel belgeleri oluşturuyor. 

Modelin tasvirinden çok ışıkla birlikte açığa çıkan şeyler birebir ölçülüyor, kesin bir şekilde tanımlanıyor ve bu unsurlar birbiriyle yeniden ilişkilendirerek başka bir gerçeklik kompozisyonu yaratıyor. Örneğin natürmort yaparken sabit bir görme noktası seçilirken, bu görsel belge çalışmalarında modelin etrafındaki mekanla kurduğu çeşitli ilişkilerin ölçülmesi ve tanımlanması koşuluyla akışkan bir bilgi ediniliyor; zaman-hareketli bir görme belgesi tasarlanıyor. 

İç mekanları içeriden görüntüleyip dışarıdan izlenmeye açan İnci, model olarak tasarlanan mimari yapıların steril, şahsiyetsiz ve donuk kıvrımlarını kat ederek onun virüse bulaşmış, nevi şahsına münhasır ve organik dokularını tanıyor, iç organlarını, damarlarını ve hücrelerini teşhis ediyor. 

Bunun yanı sıra beden ve mekan algısını değiştiren bir sanatsal müdahale olarak bu serideki işler “eksiltme” yoluyla gerçeklik algısını artırmaya açıyor. Ses tiyatrosunun sahne bölümünün eksiltilmesiyle izleyici izlenen konuma geçiriliyor. Ressam atölyelerinin tavanlarının eksiltilmesiyle de sanatçının ve sanatsal üretimin bugüne kadar belki de hiç denenmemiş bir bakış açısıyla görülmesi sağlanarak görsel belge niteliğindeki güncel portreler oluşturuluyor. 

Son olarak sanatçının kendi içkin zaman ve mekan algısına bakarak bu gerçekliğin gözleme dayalı oluşma koşullarını dışarıdan izlenmeye açması ve paylaşması, aslında kocaman sandığımız şeylerin ne kadar da küçücük olduğunu ve küçücük olanın en karmaşık ve keşfedilecek sonsuzluklar içerdiğini bize hatırlatıyor. 

Zizek’i izleyerek Lacan’ın extimité kavramıyla birlikte düşünecek olursak, artık burada söz konusu olan istiridye kabuğunun içinde parlayan bir inci, bir kendilik bilinci, işlevsel bir yakınlık arayışı ya da mahremin ifşa edilmesi değil, gözlem noktasının değişmesi ve kendiliğin yerinden edilmesiyle içeriyi içeriden görüntüleyip dışarıdan izlenmeye açan yeni görüşler ve bakış açılarının kazanılması gibi duruyor. Öznel bakış açısına dair bu epistemolojik dönüşüm, bizzat nesnenin ve nesnel olanın varoluşsal dönüşümünü yansıtıyor.

Yüce, gerçek ya da hayal edilen bir kadrajla 

içeriden seyredilen doğanın görkemidir 

çünkü manzarayı yüceleştiren 

kadrajın sağladığı mesafedir.

23 Nisan 2016, İstanbul

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:35:04