Hayaletler, ismine tezat, bu yılki Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nin hayalet filmi olmaktan çıkarak, görünürlüğünü kanıtladı ve en iyi yönetmen dahil 5 ödül aldı. Genç yönetmen Azra Deniz Okyay’la festivalin ve ödüllerin ardından filmine bakışını konuştuk. Alışılmışın dışında bir gösterme biçimi ile kendi kulvarındaki diğer güçlü filmlerin arasından hızla sıyrılan ve Ercan Kesal, Gülse Birsel, Taner Birsel ile Zeynep Oral’ın oluşturduğu jürinin de ilgisini çeken filmi, sinema izleyicileri gösterildiği ilk gün izlemeli…
Filmin tohumları nasıl atıldı?
Azra Deniz Okyay: Filmin ilk tohumlarını 2014’te atmaya başladım. 2016’da birçok yere başvurdum ama sürekli reddedildim. Hayatım reddedilmekle geçti diyebilirim. Bu yüzden en iyi yönetmen ödülü aldığımdan beri Matrix hapını yutmuş gibiyim. Şu an bile idrak etmekte hâlâ zorlanıyorum. Çünkü çok pataklandım ama bu yüzden de daha çok çalıştım aslında. Düşüp kalkmak bir yerde yardımcı oluyor. Ne de olsa nerede hata yapıyorum diyorsunuz ama sonra aslında ortada bir hata olmadığını görüyorsunuz. Ben reddedildikçe yenilikçi birşey getirdiğimi de fark ettim. Bu özgüven değil de bambaşka bir şeydi. Bir de özellikle sanatçı arkadaşlarım bana çok destek oldu. Onlar da kavramsal çalışıyor ve hiçbir şeyden var ediyorlar. Destekleri çok önemliydi. Ama neticede materyali kullanmak açısından, bu filmi bu şekilde edebi bir dil yaratıp da sunmaya çalışmak ayrı bir savaş oldu benim için tabii.
Küçük Kara Balıklar ve Sulukule Mon Amour isimli 2 kısa filmim ve birçok video sanat işim var. Türkiye’de yaşarken hayatımıza giren bir takım garip kavramları bedenimde hissederek yazdığımı söyleyebilirim. Bu filmi de, sinematografik yolculuğumun bir köşesinde kendi tekniğimi geliştirerek yazdım. Bunu yazmasaydım kendimi savaş fotoğrafçısı olarak görecektim.
“Nalan Kuruçim’i bir filmde keşfettim”
Filmdeki her oyunculuk göz dolduruyor. Oyuncularla nasıl bir araya geldiniz?
Paramız olmadığı için tüm kadroyu kendimiz yaptık. Beril Kaya’yı önceden tanıyordum. Büyük Ev Ablukada’nın bir parçasına video çektiğimde tanışmıştım Beril’le. Doğal ve vücuduyla rahat olması etkilemişti beni. Çünkü kadın oyuncular maalesef başka erkeklerin yazdığı senaryoları canlandırdıkları için doğallıklarını yitiriyorlar.
Kadın olarak hırpalanma durumumuz var. Bu sebeple festivaldeki Çatlak filminin tüm kadın oyuncularını ben de çok başarılı buldum. Beril’in doğallığını bulmak bu anlamda benim için hazine gibi bir şey oldu.
Nalan Kuruçim’i ise bir filmde kapı aralığında oynadığı sahne ile keşfettim ve gördüğüm anda çok büyük bir oyuncu olduğunu hissettim. Rolü de direkt onun üstüne yazdım. Annelik veya kadınlık gibi değil de bir kadın figürü gibi düşündüm onu.
Genelde hep tam tersini söyler senaristler… Önce yazdım, sonra buldum gibi.
Evet benim de öyle olmuştu bugüne dek ama Nalan Kuruçim’de farklı oldu durum. Nalan’ın kendine çok has bir hali var ve bence bu, sinemada çok değerli bir durum. İffet karakterini onun üstüne inşa ettiğimi gururla söyleyebilirim.
Emrah’a gelince… O kötü karakter ama onu Türkiye’de kötü karakter olarak göstermek ve karikatürize etmek istemedim. Emrah zaten bukalemun gibi oyunculuğu harika olan birisi. Hatta İffet ve Raşit’i denediğim bir sahne vardır. Onları izlerken tüylerim diken diken olmuştu. Yani aralarındaki uyumu görünce. Emrah’ı da böyle deneyerek filme dahil etmiş oldum.
Bu arada ben 4 yıl boyunca birçok ekleme çıkarma yaptım. Karakterlerden de elemeler oldu. Raşit’in bazı sahnelerini çıkarmıştım. Ama tortusu kaldı. Sonra geri koydum. Çünkü hepsinin birbiri ile bir bağlantısı olduğunu fark ettim. Mesela protesto sahnesini ben de göstermek istemezdim ama bir yerde de iyi ki göstermişim. Çünkü dışarıda kimse duramıyor şu an.
“Oyuncularla ilk kez çalıştım”
Siz nasıl bir yönetmensiniz?
Yönetmen olarak da önceden belgesel çektiğim için bu film benim oyuncularla ilk çalışmam aslında. Bir tek Küçük Kara Balık’ta drama sahneleri vardı. Mesela orada profesyonel bir oyuncuyu alıp çalıştırıyordum ama çekim günü ters köşe yapıyorum ki doğallığı kalsın. Ama ne yaptığımı her zaman önceden kestiriyordum. Ne şekilde oynanacağını ve o hamuru nasıl formalize edeceğimi önceden görüyordum. Bu filmde de diyaloglar kelimesi kelimesine oynamadı tabii. Kendi dinamizmi ve akıcılığı vardı.
Bu arada tüm filmi 17 günde çektim. Çok zordu. Bütçemiz yoktu, nano bütçe diyorum ben buna ve çok borcumuz vardı. Dilek Aydın’la biz bu çekimleri çabuk bitirip, bir yerlere yetiştirelim dedik ki bütçe buldukça ödemeleri yapalım. Bitirmemize üç hafta kala da Fransa bize fon çıkardı. Ben bu filmi iki sene önce yapsaydım böyle olmazdı. Bu sene yapınca dönemini yansıttı.
Hayaletler ismine nasıl karar verdiniz?
Metaforik olarak ülke bir karanlığa gömülüyor ve bu karanlıkta neleri görmeye çalıştığımızda ilgili bir meselem var benim. Bir de ben hakikaten kendimi hayalet gibi hissediyorum. Bir şey söylüyorsunuz ama hiç söylenmemiş gibi, bir şey yapmaya çalışıyorsunuz ama eylem hiç olmamış gibi… Bir işi yapmaya çalışıyorsunuz ve kapıyı kullanmadan camdan yapıyorsunuz gibi. Bu en azından benim için birkaç senedir böyle oldu. Dolayısıyla da her birinde ben kendimi de tanımladığım için filmin isminin Hayaletler olmasını istedim.
“Başrol de bizim gibi bir kız”
Didem’in canlandırdığı karakterde de hayalet olmama çabasını izlemiyor muyuz?
Başrol de bizim gibi bir kız aslında. İffet, Ela ve Didem hepsi benim bir parçamı yansıtıyorlar. Bir şey yapabilmek için form değiştirmek zorundalar. Didem söylemesi gerektiğini söyleyen biri evet. Hayalet değil. Onlar yeni nesil olarak kaybedecek birşeyi olmadıkları için evet bağırıyorlar. Ayrıca sürekli susturulunca da söylediğiniz şeyi bağırarak söylüyorsunuz biraz.
Kadın filmleri de bir boşluk aslında…
Kadın meselesine değinmişken kadın olduğu için ödül aldı gibi bir algı var. Zamanında benim mesleğimi elimden aldılar birçok kere… Hem de kadın olduğum için. O nasıl hoşuma gitmiyorsa şu an bu ödülü kadın olduğum için almış olmak da teknik olarak hoşuma gitmez.
“Yanımızda duran kadın veya kuir karakterlere yer açmak lazım”
Evet çünkü bir hikaye anlatıyorsunuz ve haliyle her şeyin önüne geçmeli. Sahi genelde geri dönüşler nasıl oldu?
Ben bu filmle bir tür boşluğu tamamladığımı düşünüyorum, evet ve bunu gören insanlar bana devamlı teşekkür ettiler. Karin Karakaşlı’nın bir lafı vardır. Çok severim. “Ben yazılmamış boşlukları dolduruyorum” der. Ben de filme kendi tanıdığım kadınları koydum. Bunların da biraz yazılmamış karakterler olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de son 15 senedir sobanın arkasından geçen kadınlar, vıdı vıdı yapan veya mutfaktan laf adan kadınlar var benim izlediğim filmlerde.
Halbuki bence yanımızda duran kadın veya kuir karakterlere yer açmak lazım. Ben bu filmle bunu yaptım ve bu sebeple de çok sert karşılandım. Sert karşılanmam bence saçma çünkü bunlar zaten olan kadınlar. Ben punk müzik kullanmış olabilirim, durumun sertliği de belli ama bu gerçekte oldukça yumuşak bir film aslında. Üstüne basarak söylüyorum bunlar benim tanıdığım insanlar, ilham aldığım insanlar. Zaten İstanbul gibi bir metropolde birbirine dokunmadan insanların yaşaması, birbirinde etki bırakmaması mümkün değil.
Sertlikten bahsetmişken filmde punk da çalıyorsunuz. Neden punk?
Ben melez bir kültürden geliyorum. Bu müzik de melez ve bu malzemeler bize ait. Bu yüzden evet kullanmak istedim filmde. Bizim mozağimizden küçük bir renk olarak görüyorum çünkü bu müziği ve bu filmi iyi ifade ettiğini düşünüyorum. Bu arada filmdeki grup da Türkiye’den arkadaşlarımız…
Venedik Film Festivali’nde de ödül aldınız? Yurt dışındaki seyirciyle Türkiye’deki seyirci arasında bir fark var mı acaba?
57. Antalya Film Festivali’nde beni durdurup tebrik edenler oldu. Filmin fragmanını izleyip bana mesaj atanlar oldu. Sulukule Mon Amour’da da bu olmuştu. İnsanlar zaten olanı gördükleri için mutlu oluyorlar bence.
Çok bir fark belirtemeyeceğim ama orada da çok teşekkür ettiler. Demek ki benzer bir etki yarattı. Oradaki eleştirmenler birliğinden bir eleştirmen bana gelip, Türkiye’ye sık geldiğini ama böyle insanları görmediğini, bunu gösterdiğim için bana teşekkür ettiğini, söyledi.
“Sen kızsın yapamazsın”
Siz yönetmenliğe nasıl başladınız?
Ben 12 yaşımda fotoğraf çekmeye başladım. 13 yaşımdan itibaren kamerayı tutuyordum. Görüntü yönetmeni olmak istiyorum dediğim anda “Sen kızsın yapamazsın” dediler. 14 yaşımdan itibaren asistanlık yapmaya başladım. 16 yaşımdan itibaren de video sanat denemelerim oldu. Dolayısıyla sektörde de beni bilirler. Yaşım ilerledikçe ve gözlemlerim arttıkça bu ülkedeki malzemeleri kendi laboratuvarımda kullanmak istedim. Bu filmde de hakim olduğum için hem kurgu, hem de kamera üçüncü gözüm oldu.
Türkiye’de bağımsız sinemanın kalkınması için neler yapmak gerekiyor sizce?
Platformlar çok önemli. Ama platformlardaki seçimlerin kaderimizi belirlediği anlar oluyor ve ben de zamanında çok reddedilmiş biri olarak, bu çok üzücü aslında. Ödüllü yönetmenlerin ve yapımcıların da kendi aralarında birleşip, bir takım atölyeler düzenlemesi çok iyi olur. Ben mesela kötü durumdaydım ve bir yönetmenden yardım istemiştim. Bu kadar kabalık gördüğümü hatırlamıyorum. Çünkü salonda oturup kumanda tutan amca gibi davranarak bizlerden korkuyorlar. Halbuki yeniliklere ve tüm bunları desteklemeye açık olmak gerekir. Oysa sanki tanrılaştırılmış bir sistem var ve kendi aralarında dönüp dolaşıyor sektör.