Bugün şair ve edebiyatçılar ressamların çoğunu tanımıyor bile. Bildikleri 1980 ve öncesindeki büyük zenginliğin kendisi o kadar. Bu durum üzerinde düşünülmeyi hakediyor.
Çağdaş-güncel sanatın ürettiği en büyük yarılmalardan biri şiir ve edebiyat dünyası ile oluşturduğu kopukluk. Burayı düşünmek gerçekten önemli. Başta resim olmak üzere görsel sanatların özellikle modernizmin oluşma sürecinde (1830 sonrası) kopmaz bağları mevcuttu. Temel insani duygulanım kiplerinden “lirik tahayyül” romantizmle beraber büyük bir kıtaya dönüşmüştü. Unutmayalım modernizmin klasiği “Modern Hayatın Ressamı” bir şair tarafından yazılmıştı. Kübizm üzerine an iyi dökümü Apollinaire yapmıştı. Sürrealizmden Dada’ya o verimli ve krizli hatta edebiyat ve şiir hep iç içeydi. Yine bizde 1930 sonrası modernizm, şair ve edebiyatçıların, 2. Yeni’nin buharıyla pişmişti. Agop Arad’dan Burhan Uygur’a, Tanpınar’dan Cihat Burak’a , Edip Cansever’e uzun ve verimli bir dünya. Birbirinden kopamayacak iki menteşe.
Başta pentürün, çağdaş sanata dönüşerek bu iki alanı bağladığı son aralık 1980 sonrası olacaktır. Gerek 12 Eylül travmalarıyla zenginleşen, gerekse 1980’lerin büyük tuvalleriyle ivmelenen, biraz da o dönemin genişleyen resim piyasasının verdiği özgüvenle perçinlenen bir buluşmaydı. Yani meyhane masraflarını ressamların ödediği bir yükselişten bahsediyorum, hafifçe espriyle… Bir yanda Rumelihisar ama daha çok Kadıköy hattında yoğunlaşan bu buluşmalar döneme onlarca kitap, sergi ve verim bıraktı.
Edebiyat-şiir ve pentür arasındaki bu işbirliği 1990’ların sonuna gelindiğinde önemli ölçüde sona erdi. Çünkü çağdaş sanat güncel sanata (contemporary) dönüşüvermiş; geleri ve koleksiyoner yapıları aniden değişivermişti. Dönem kavramsalın, küratörlerin ve text’in egemenliğine geçmişti. Bu daha önce bir yazımda altını çizmeye çalıştığım “bohemin sonunu” da gösteriyordu bir tarafıyla. (http://www.sanatatak.com/view/Galiba-bohemi-yitiriyoruz-agit-yakalim-mi/490)
Resim geri çekilirken, sanatçıların en yakınları ya da esinleri sosyolog ve felsefecilere dönüşüyordu. Daha çok “French Teori” dediğimiz bir çerçeveden bahsediyorum tabii. Yoksa Hilmi Ziya Ülken, Selahattin Hilav ya da İsmail Tunalı’ya büyük bir felsefeci kuşağı, edebiyat-şiir ve resim makasında zaten verimli ilişkiler geliştirmişlerdi geçmişte.
2000’lere geldiğimizde bütün alan contemporary tarafından ele geçirilmişti neredeyse. Kavram ve ironinin egemenliği “lirik tahayyülü” geri plana itmiş ve baskılamıştı. Dolayısıyla edebiyatçı ve şairler ile ressamların ilişkisi de bitivermişti. 1980’lerin parlak ressam kuşağı ise küskün bir şekilde Bodrum-Datça hattına çekilivermişti.
Bugün şair ve edebiyatçılar ressamların çoğunu tanımıyor bile. Bildikleri 1980 ve öncesindeki büyük zenginliğin kendisi o kadar. Bu durum üzerinde düşünülmeyi hakediyor. Çünkü insanlığın en zengin iki ontolojik alanı kopmuş durumda. Lirizm yenilivermişti!
Belki bu iki alan tekrar birleşecektir. Onu yaşayarak göreceğiz. Çünkü contemporary’nin krizi biraz da burada saklı… Çıkış da!
Taşların gerisi
Mahmut Celayir’in, PEKERUN I çalışmasının devamı niteliğindeki PEKERUN II başlıklı sergisi 30 Nisan tarihine kadar C.A.M. Sanat Galerisi’nde. Pekerun, Zazaca “taşların gerisindeki yer” anlamına geliyor. Celayir bir zamanlar kralların ve orduların yürüdüğü, büyük göçlerin ve sürgünlerin oluştuğu ve hala çobanların dolaştığı o yurda bakıyor.
Kahverengi toprağın buğusuyla, uzun ama uzun bir ufuğa yayılan, hatta ufuk çizgisini zorlayan manzaralar boyuyor ressam.
Taşların gerisi ne demek? Sınırın berisi olmasın bu. Ya da insani potansiyellerin alanı. Celayir, çağdaş sanatta çok göremediğimiz bir yere, Zaza bir coğrafyaya bakıyor. Lirik bir tahayyül var burada. Yağmur sonrası bir duman, koyunları aşıp karşıki dağlara uzanıveriyor.
Manzaranın keşfi elbette modernizmin en büyük kazanımlarından biri. Bu doğanın sekülerleşmesi demekti aynı zamanda. Mitte, sembolden ve Kutsal’dan sıyrılması. Elbette ilk dönemlerde mülkiyet ve burjuvazinin aristokratik bir toprağa özlemi var. Ama romantizmin sonra da Barbizon’un bambaşka, sırf kendisi için oluşmuş bir manzarayı keşfi de var. Ya da Yüce’nin meskeni olarak manzara.
Celayir’in manzaraları da bu akrabalığı gösteriyor. Caspar’ın figürasyonunu, sırttan görüntüsünü, ellerini açarak bize çeviriyor. Sırttan, mesafeyle izlenecek manzaralar boyamıyor ressam. Kayıp, suçluyu hissettiren, yıkımı ve hüznü perçinleyen bir duygulanım talep ediyor bizden.
Taşların gerisinden, taşların ötesine uzun uzun bakmak gerek. Ya da o taşları alıp fırlatarak, berisi ve ötesini bırakmamak…