Fırat Demir’in, 13. İstanbul Bienali’nin “Anne ben barbar mıyım?” başlığından yola çıkarak hazırladığı "Hâlâ Barbar mıyız?" adlı kitabı yayımlandı. 17 yazarın öykü, oyun metni, deneme ve şiirlerinden oluşan seçkinin önsözünü sizlerle paylaşıyoruz…
Başlı başına bir dilemma bu “barbarlık”, lanetli gibi bir kelime, herkesin biraz daha karmaşıklaştırdığı, elden ele gezen bir düğüm, en çok da bir iletişimsizlik problemi. Keza kelimenin kökleri, Yunan olmayan ve Yunancayı doğru konuşamayan kişilerden söz etmek için kullanılan “barbaros”a kadar uzuyor. Barbaros’un kim olduğuna dair ilk tanımsa, Homeros’un İlyada’sında karşımıza çıkıyor. Güney Ege kıyılarına kurulmuş Karya kavimi, İlyada’nın ikinci bölümünde barbarophonoi, yani “kaba saba” ve “anlaşılamayan” bir dili konuşanlar olarak anılıyor. “Barbarlık” lanetiyle kuşanmak için bir “anlaşılma” savaşına girmek yetiyor.
Savaş meydanlarından yükselen dumanların arasında bir taşa oturuyor, başımızı avuçlarımızın arasına alıp düşünüyoruz; hangimiz Karyalıların kaderinden kaçabiliyor? Aranan cevapların, tutulacak tarafların önemi yok, çünkü kendi gerçekliğimize dolanan bir kelime bu “barbarlık”, kendimizi anlatma isteğimizin tam önünde duruyor, koca koca setler gibi suyun akışını durduruyor. Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus’un, hiç karşılaşmadığı kavimleri mitolojik öykülerdeki gerçek üstü yaratıklara benzeterek betimlemesi gibi, “barbar”ın kaderi, anlaşıldığını düşünenlerin berraklık yerine sundukları yıkım içerisinde başlayıp bitiyor. Anlaşılamamanın öznesi olmak ise, seni en uzak ülkenin dizginsiz talancısına dönüştürüyor.
Lale Müldür, işte bu tarihsel savaşın tam ortasına şair edasıyla yerleşiyor ve o meşhur soruyu soruyor; “Anne, ben barbar mıyım?”.. Tehlikeli bir soru bu, en az “barbar” kelimesinin anlamı kadar girift, akla düşürdüğü ilk çağrışımların çok ötesinde bir yerde yankılanıyor. Müldür, barbarın kim olduğundan çok, “barbarca” bir iletişimsizlik probleminden bahsediyor. Şair olarak karşısına çıktığı toplumla arasında koskocaman bir dil ayrımı var, “anne”nin sunduğu o pagan topraklara geri dönüş dışında hiçbir yerde rızkı kalmamış, kendini anlatmak istediği her an, bir karşı koyuş nidası olarak yükseliyor ve korku, beraberinde reddedişini getiriyor. Hep bir elden şair için ıssız bir vahşet hazırlanıyor.
Elinizde tuttuğunuz bu kitap, barbarı tanımlamaktan öte, Lale Müldür’ün bir etimolog gibi işlediği barbarlık/dilsizlik problemini aşmaya yönelik öneriler sunmak istiyor. Keza bu önerilerin ilki, Fulya Erdemci’nin küratörlüğünde gerçekleşen 13. İstanbul Bienali’nden gelmişti. 13. İstanbul Bienali’nin “kamusallık” kavramı üzerinden okuduğu bu öneri, şimdi Hâlâ Barbar mıyız? kitabı ile birlikte genişliyor. Eğer barbarlık birbirinden uzak düşmenin lanetiyse, bu kitap, düşüncenin türlü uzaklıklarını ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Hâlâ Barbar mıyız?, güncel sanat ile yazılmakta olan edebiyatın bir aradalığını tespite koyuluyor. 13. İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesini belirleyen dizelerin modern şiirin en önemli şairlerinden Lale Müldür’e ait olmasını bir şans olarak bilen Hâlâ Barbar mıyız?, bu karşılaşmanın peşine düşüp benzer soruları, yakın bir zaman aralığı içerisinde düşünmeye çalışıyor. Keza bu kitap, bienal sonrası bir düşünce pratiği olarak da okunabilir. Kitaptaki çoğu metin, bienal sırasınca gerçekleşen tartışmaya bir yorum sunuyor, bu tartışmaları kışkırtıyor ve kimi zaman bizzat tartışmadan taraf oluyor. Fakat en çok da sanat ile edebiyat ürünlerinin birbirleriyle konuşabilmesi olasılığı üzerine düşüyor. Evet, “Anne, ben barbar mıyım?” sorusu, sanatın içerisinde, “kamusallık” kavramı etrafında evirilip çevrildi. Şimdi, başlangıç noktasına, edebiyatın temsilsizliğine geri dönüyor ve bu temsilsizlik içerisinde aynı soruyu bir de edebiyatçılar cevaplıyor.
Edebiyatın ve şiirin, uygarlık ve rasyonaliteye karşı gösterdiği cesaret, kamusal bir özne olarak bireyin özgürlük alanını pekiştirmeye devam ediyor. Peki, bu özgürlük alanı için verilen yazınsal mücadele, yazarı ve şairi barbarların ıssızlığına sürüklemiyor mu? Açıkçası, Hâlâ Barbar mıyız? kitabını oluştururken, barbarlığı çevreleyen tüm olumsuz anlamları üzerime geçirmiş, bir nevi sahiplenmiştim. Esas tehlikeli olan, barbarın kim olduğu değil, baltanın kimin elinde olduğuydu. Kimi “barbarlar”, labrys’e, yani çift ağızlı baltaya hiç dokunmamıştı bile ve balta, onları barbar olarak tanımlayanların ellerinde sallanıp duruyordu. İşbu Gezi eylemleri sırasınca iktidarın ve medyanın gencecik insanların ölümlerini hiçe sayarak çeşitli suçlamalarla yaratmaya çalıştıkları tehdit algısı, baltanın nasıl hırsla bilendiğini kanıtlar gibiydi. Böylesine bir ortamda, barbarlığa değmiş her anlamı dikkatle ele almak gerekiyordu. Hâlâ Barbar mıyız? seçkisinin gerekliliği, “barbar” olarak yaftalanmış her “anlaşılamayan”a edebiyatın nefesini üfleyebilmek olmalıydı.
Haliyle, bu tarafsız ama bir o kadar da politik seçkinin merkezine egemen gücün sistemli “barbarlık” stratejisinin eleştirisi oturdu. Bu eleştiriyi daha da sağlam temellendirebilmek adına, kitap için yazılan yeni metinlerin yanında, yakın edebiyat tarihimiz içerisinden çeşitli metinler aradım. Eski ile yeniyi yan yana getiren harç, edebiyatın adalet duygusu oldu.
Bir diğer önemli husus, bu adaletin yere ve göğe eşit bir biçimde dağıtılmasıydı. Eşitlik, kitapta yer alan metinlerin özerkliği ile sağlandı. Kitap hazırlanırken, “kamusallık” gibi belirli bir kavram üzerinde odaklanmak yerine, Müldür’ün sorusunun ve “barbarlık” temasının türlü çağrışımları arasında bir serbestlik esas alındı. Yoksulluktan sınıfsal topluma, kentleşmeden distopik bir geleceğe, yamyamlardan Mayalar’a, bürokratik yaşamın vahşetinden ailenin şiddetine zamansız ve temsilsiz bir toplam oluştu.
Bu toplamı biçimsel olarak bir araya getirmek içinse, bir küratör gibi hareket ettim. Öykü, oyun metni, deneme, şiir, birbirinden ayrı yazınsal biçimler, tıpkı farklı üretimlerden oluşan bir sergide olduğu gibi, yan yana geldi. Sonuç olarak, bağımsız metinlerden oluşan bu seçki, her yazarın ve şairin kendi sorusunu da beraberinde getirmesiyle ucu açık bir okumaya evrildi.
İki ucu keskin bir baltayı kimseye zarar vermeden taşımak, ne yazık ki, mümkün değil. Karya kavimi ya da“yağmacı ve barbar” olarak adlandırılan gençler ya da gerçekten bizi tehdit ettiğini düşündüğümüz kim varsa o. Bu karayı birbirimizin yüzüne çalıp duruyoruz; benden sana, senden sana ilk karşı çıkana, uzay kadar tekinsiz bir karanlığı suretlerimizde taşıyoruz. Fakat en tehlikelisi de kendimizi hala o saf doğumlarda arıyoruz. Bizi ışığıyla temizleyecek, bizi melodisiyle arındıracak diye umduğumuz Apollon çekti gitti ve bir zamanlar duvarlarında sonsuz bilginin sırları yazılı Güneş Tapınağı, uygarlık tarihimiz kadar eski.