Erich Fromm’un “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” isimli kitabının arka kapağında yazılıdır:
Yaşam yaratmak, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikleri gerektirir. Yaşamı yok etmekse yalnızca bir tek niteliği -şiddete başvurmayı- gerektirir. Güçsüz insan, tabancası, bıçağı ya da kuvvetli bir bileği olduğu sürece başkalarının ya da kendisinin içindeki yaşamı yok ederek onu aşabilir. Böylece, kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan ve güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratamayan bir insan, yok etmek ister, yaratırken, yok ederken salt bir yaratık olma rolünün ötesine geçer.
Şiddet, yaşamını sürdürmek, kendisini ve ailesini korumak isteyen ilk insanların ve tüm hayvanların içgüdüsel olarak bir gerçeği oldu. Hayvanlar bunu günümüzde “nefsi müdaafa” olarak zorunlu olarak yerine getirmeye devam etse de ilk insandan bu yana evrimleşmede epey yol kat etmiş insanlığın neden hâlâ şiddete, saldırganlığa, linç kültürüne başvurduğu ve neden ihtiyaç duyduğunu sormak, bu şiddetin ve sıradan hâle gelen kötülüğün kaynağına doğru yol almamıza yardımcı olabilir.
Türkiye’nin de asal sorunları arasında yer alan (eril) şiddet, kötülük, ‘öteki’ne duyulan nefret ve uygulanan toplumsal linç, yaşadığı coğrafyanın derdinden azade kalamayan sinemacıların kadraj dışında bırakamadığı meseleler olarak karşımıza çıkıyor.
“Sonbahar”, “Kars Öyküleri”, “Gelecek Uzun Sürer”, “Rüzgârın Hatıraları”, “Âşıklar Bayramı” filmleriyle tanıdığımız Özcan Alper, senaryosunu Murat Uyurkulak’la birlikte yazdığı son çalışması “Karanlık Gece”de bu temayı kurbanın değil, suçlunun olduğu yerden izleyiciye aktarıyor ve karakterin vicdan muhasebesinin yolculuğuna çıkarıyor.
Türkiye – Fransa – Almanya ortak yapımı olan, kadrosunda Berkay Ateş, Cem Yiğit Üzümoğlu, Taner Birsel, Pınar Deniz, Sibel Kekilli, Ozan Çelik, Fırat Kaymak ve Tarhan Karagöz’ün yer aldığı “Karanlık Gece” bir dağ kasabasında doğup büyüyen, ancak hayatını idame ettirmek için İstanbul’da müzisyenlik yapan İshak’ın hikâyesine odaklanıyor. 7 yıl önce gerçekleşen bir linç olayına katılmış olan İshak, hasta yatağında ölümü bekleyen annesiyle vedalaşmak için köyüne geri döner. Çocukluk arkadaşları olan diğer beş faille ve onları destekleyen kasaba halkı ile yüzleşen İshak, işlediği suçu her gün hatırlamaktan kaçamaz. İstanbul’a dönmek yerine köyde kalan İshak, üzerine çöken suçluluk duygusuyla mücadele edecek, kendisini boğan bu vicdan yükünü temizlemenin yollarını arayacaktır.
“İktidar her yerdedir;
her şeyi kuşattığı için değil, her yerden geldiği için her yerdedir.”
Yüzleşme ve Bizi ‘Doğru’ya Götürecek Olan Vicdan
Sinema, pek çok sanat dalından, bilhassa edebiyattan çok beslenen bir yapıya sahip. Tabii bu, edebiyatçıların yazdığı senaryoların her daim filmi başarılı kılacağına dair bir vaatte bulunmaz ancak bu film özelinde konuştuğumuz için, Alper-Uyurkulak iş birliğinin bu vaadi yeterince yerine getirmiş olduğunu söylemek mümkün. Murat Uyurkulak, ‘öteki’yi, ötekileştirmeyi, ‘öteki’nin iktidara ve iktidarın toplumdaki temsillerine karşı gelişini anlattığı romanlarında (“Tol” ,“Har” ) olduğu gibi “Karanlık Gece”nin özünü de bu temalardan yola çıkarak oluşturmuş. Foucault’un dediği gibi “İktidar her yerdedir; her şeyi kuşattığı için değil, her yerden geldiği için her yerdedir.”
İktidar herkesi içine alan bir çemberdir, çünkü herkes iktidarı üretir ve neticede kendisine -kendisini temsil eden- “neferler” yaratır. Bunun sonucunda ‘öteki’ye karşı şiddet uygulamak meşru bir zemin bulur. Bu meşruluk zeminine temel atan yapılardan biri de işlenen kötülüğün karşılığında bir bedel ödenmeyecek olmasının bilinmesidir. Suçlu(lar) ve işbirlikçileri üç maymunu oynar; görmez, duymaz, dillendirmez.
Ana karakterimiz İshak’la çıktığımız yolculukta, kör sessizliği bozan vicdanının sesiyle dillendirdiği gerçeği görecek ve duyacağız. Bu bakımdan “Karanlık Gece” için tam anlamıyla bir yüzleşme ve vicdan filmi diyebiliriz. Film aynı zamanda hafıza meselesine değinmekten de geri durmuyor; tıpkı Alper’in bir üçleme olarak ortaya koyduğu “Sonbahar”, “Gelecek Uzun Sürer” ve “Rüzgârın Hatıraları” filmlerinde de değindiği gibi.
Bir peygamber ismi olarak bildiğimiz, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dahil olmak üzere İbrahimî dinlerde önemli bir kişi olarak kabul edilen İshak, İbranice’de “gülmek” anlamına gelip, şefkat ifade eden bir mânâya sahip. Her üç dinde de kabul gören bu ismin seçilmesi karakterin evrenselliğine atıfta bulunur. Filmin bütününü düşündüğümüzde İshak’ın (Berkay Ateş) güldüğü/gülümsediği tek an ise finalinde vuku buluyor; vicdanını bir nebze de olsa temizlediği anda. Berkay Ateş oyunculuk için yaratılmış adeta; Özcan Alper’in rejisinde İshak’ın dünyasına adım adım götüren dengeli performansı ile gerçekten çok etkileyici. Karakterinin duygu durumunu vermekteki başarısının yanı sıra fiziksel olarak da zor bir oyunculuğun altından kalkmayı beceriyor.
Kurban rolünde izlediğimiz Ali (Cem Yiğit Üzümoğlu) karakterinin ismini, Sultan’a (Pınar Deniz) okuması için verdiği “İçimizdeki Şeytan” kitabı ile yapılan göndermeden anladığımız kadarıyla işkence gören ve öldürülen Sabahattin Ali’den almış olması muhtemel. Sabahattin Ali’yi anımsayacağımız iki detay daha var filmde; birincisi Ali’nin aradığı, nesli tükenmekte olan bir hayvan olan vaşakla ilgili bir bulguyu defterine not ettiği yer, ikincisi de Sultan’ın İshak’ın kapısına bıraktığı notta yazdığı Ali’nin atıldığı yer: Kuyucak(lı) Obruğu. (Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” eserine bir gönderme)
“Sonbahar”dan “Karanlık Gece”ye Devam Eden İnsanlık Meselesi
“Savaşçı düşmanını ararken kendi benzerleriyle karşılaşır.” der Arno Gruen “İçimizdeki Yabancı” kitabında. Yabancılara duyulan nefretin, insanın kendisine karşı duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. Kendi kimliği/kişiliğiyle sorunları olan, benliğiyle çatışan, içindeki nefret çığlığını susturamayan insan, karşısındaki ‘düşman’ı, yabancıyı, ‘öteki’yi susturmakla bu işin üstesinden gelebileceğini zanneder. Bu bazen bir aşağılamadır, bazen yok sayma, bazen de onu tümüyle ortadan kaldırmadır.
“Karanlık Gece”de devletin bir memuru olarak köye atanan orman mühendisi Ali’nin İshak’la kurduğu ‘yakın’ arkadaşlık, köylüler tarafından eşcinsel ilişki olarak değerlendirilir. Bundan habersiz olan Ali, İshak’ın sevgilisi olan ama aralarının bozuk olduğu Sultan’a sınava hazırlanması için matematik dersi verirken onunla fiziksel olarak yakınlaşır ancak devamını getirmez. Bu davranışı Sultan’ın gözünde köylüyü haklı çıkarır ve bunu da Ali’nin yüzüne açık açık söyler.
Net olarak bilinmese de Tolstoy’a atfedilen sözde belirtildiği gibi “Tüm hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” ; bu filmin yabancısı Ali’dir. Ayrıca kuralların uygulanması konusunda hassas bir memurdur, ayrıcalıklı konumdaki bazı köylülerin avlanma sırasında başvurduğu yöntemlere ceza kesen Ali, düşman cephesini genişletmekte, düzeni bozmaktadır. Öyle ya “öteki”, zaten “kutsal düzen bozucusu” değil midir?
Kolektif Kötülük ve Kötülüğün Sıradanlığı
“… Tek yaptığı, iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat etmekti. Bu tipik Nazi mazereti dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir gayesi bulunmayan, fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri veya şeytani iradeleri olmayan insanlar, birey olmayı reddeden insanlar. Ve ben olguya kötülüğün sıradanlığı diyorum.”
Yukarıdaki satırları “Hannah Arendt” filminden alıntıladım, kötülüğün sorunu Hannah Arendt’in temel konusu olmuştu; Eichmann’ın birey olmayı reddederek tek ve en belirleyici insani özellikten vazgeçtiğini söyleyen Arendt, sonuç olarak ahlaki kararlar alma yeteneğine sahip olmayan bir sürü adamın daha önce görülmemiş bir biçimde kötülükler işlemek için imkân bulduğunu belirtir.
Ülkenin siyasi tarihinde yer edinen meselelere filmlerinde her daim yer veren Özcan Alper, kar topu oynarken linç edilen gazeteci Nuh Köklü’ye adadığı filmi için “Yüz yılın Türkiyesi’ni nasıl anlatabilirim?” sorusuyla yola çıkmış ve o karanlık gecede kendisine “imkân” bulan kötülüğün, insanın salt kolektif bir eylemin parçası olma hevesinden değil, aynı zamanda kişisel meselesiyle de kesişen öfkeden geldiğinin altını çizmiş. İshak’ın, sevdiği kadının elinden kayıp gittiğini sorgusuz sualsiz kabul etmesi, Nurettin’in gazına gelmesi, onu dönüşü olmayan bir yanlışa götürür. İntikam duygusuyla “bir sürü adam”ı Ali’nin kaldığı kulübeye götüren İshak, bu kötülüğün yapılmasına razı gelir ancak yıllar geçse de ödeyemediği bir günahın vebaliyle yaşar. Tabii buna yaşamak denirse…
Filmin arka planında sağlam bir felsefi düşünce yer almakla beraber, üçlemede ve hatta dijitale çektiği “Âşıklar Bayramı”nda da olduğu gibi insanın iç dünyasının tezahürü olarak kullandığı doğa teması da kuvvetli bir şekilde kendisini hissettirir. Alper, filmlerinde doğayı insandan, insanı doğadan ayrı betimlemez.
Ustalık Eseri, Üst Düzey Yönetmenlik
Film çok etkileyici ve epey gürültülü bir plan ve sahneyle açılıyor. Kadrajda erkek elleri ve fonda alabildiğine bağırış çağırış… Ellerinde silahları ve sopalarıyla, üç pikap dolusu erkek uluyarak ve küfürlerle yol alırken bu gidişin hayra alamet olmadığını daha o ilk dakikadan anlıyoruz. Bundan sonrasında da filmin gerilimi hiç düşmüyor. Hatta İshak’la Ali’yi yan yana gördüğümüz ilk sahnenin akışında aks atlatan yönetmen, bu iki karakterin arasında (olacak) olanların vahametine dair ilk sinyali veriyor.
Sinemada ışık, çoğunlukla bir aydınlatma ögesi olarak düşünülse de karanlık yaratmanın en temel unsurudur. Işık yapmak sadece aydınlatmak demek değildir. Filmin ağırlıklı olarak karanlık resimleri var. Görüntü yönetmeni Y. Roy Imer, Alper’in kurmak istediği kasvetli atmosferi destekleyen çok başarılı bir sinematografi ortaya koyuyor. Bu sinematografi, gerçeği her zaman ışığın tutulduğu yerde değil, karanlıkta aydınlığa çıkarıyor.
Özcan Alper ustalık eseri diyebileceğimiz bu filminde üst düzey bir yönetmenlik ortaya koyuyor; senaryosu, kurulan reji, bu rejiyi daha da sağlam kılan kurgusu, teknik dili ve oyuncu yönetimindeki hakimiyeti ile dört dörtlük bir yapım “Karanlık Gece”.
59. Antalya Film Festivali’nde “Kurak Günler”le yarıştığı günden beri birbirleriyle kıyaslanan bu iki film ne tesadüftür ki “linç kültürü, öteki” ortak temasında buluşan hikâyelere sahip. “Karanlık Gece”, festivalde ve sonrasında vizyona girdiğinde büyük dalgalanma yaratan “Kurak Günler”in gölgesi altında kaldı maalesef. Benzer konuyu işleyen iki filmden “Kurak Günler” daha önceden vizyona girdiği için avantajlı konumda olsa da “Karanlık Gece”nin sinema dili ve hikâye anlatıcılığı açısından “Kurak Günler”den çok ötede bir yapım olduğu söylenebilir. Neyse ki yönetmenlerin ağırlığını koyduğu festival jürisi “gaza gelmeyerek” filmin hakkını “En İyi Senaryo” ve “En İyi Film” ödülleriyle vermiş oldu.
“Kurak Günler” görsel gücüne fazlasıyla yaslanan ve seyircisini manipüle etmekten geri durmayan bir anlatıyı tercih etmişti, üstelik hikâye gerginliğini besleyen çok etkileyici müziklerinin öfkeyi harlayan yanına sığınarak. Ülkenin politik atmosferi içinde öfkelenip, bağıran ve nihayetinde seyircisine çığlık attıran bir film olmanın avantajını yukarıda değindiğim gibi vizyon tarihiyle de katmerlemişti.
“Karanlık Gece” ise daha en baştan (genellikle daha çok tercih edilen) mağdurun bakış açısıyla değil de suçlunun bakış açısıyla hikâyeyi ele alırken seyircisini -galeyana getirmeden- tam anlamıyla seyirci konumuna yerleştiriyor ve düşünmemiz için alan açan bir sinema deneyimi sunuyor, bunu da taraf tutmadan yapıyor. Ayrıca flashbacklerle kurulan kurgu öylesine akıcı ki “Kurak Günler”in aksine tek bir noksan, yanlış, tutarsız done barındırmıyor; daha samimi bir iz bırakıyor. Sadece finali açısından “Kurak Günler”e nazaran daha pesimist bulunabilir. Evet, seyirci hep mutlu son bekliyor belki de ama Özcan Alper’in filmin söyleşisinde dile getirdiği gibi söylersek “Sanat eserinin umut yaratmasından çok gerçekle yüz yüze getirip başka türlü bir düşünmenin kapısını açması daha umutlu.”
Bunun dışında “Kurak Günler” ve “Karanlık Gece” kadar güçlü ve sürükleyici olmasa da son dönemde izlediğim yine bir taşra hikâyesi olan İspanya-Fransa ortak yapımı, Rodrigo Sorogoyen’in “As Bestas” (Canavarlar) filmini “kasabaya bir yabancı gelir” / “öteki” / “linç” / “ekolojik talan” temalarını işleyen filmlere ilgi duyanlar için önerebilirim.
“Karanlık Gece” salt bir taşra hikâyesi değil, “öteki”ne karşı her koşulda birlik olabilen faşist refleksin yok ediciliğine dair çok sağlam bir film. Yerel bir hikâye gibi dursa da tam anlamıyla evrensel normlara sahip. Hatta yeri gelmişken bir temenni olarak da buraya not düşmek isterim, sene henüz bitmedi ama umarım bu yıl Oscar’da ülkemizi temsil etmesi için seçilen film “Karanlık Gece” olur.