A password will be e-mailed to you.

Jenny Erpenbeck’in geçtiğimiz günlerde Uluslararası Booker Ödülü’nü kazanan romanı Kairos, aşkın ve toplumsal değişimlerin bireyin hayatına nasıl dokunduğunu derinlemesine inceliyor. Berlin Duvarı’nın gölgesinde filizlenen Hans ve Katharina’nın ilişkisi, kişisel trajediler ve tarihsel dönüm noktalarıyla örülü. Kairos, zamanı ve fırsatları değerlendirmenin önemini hatırlatırken insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını keşfetmeye davet ediyor.

Jenny Erpenbeck’in Kairos romanı, yüzeyde hayal kırıklığıyla sonuçlanacağı baştan belli olan romantik bir ilişkiye odaklanacakmış gibi başlıyor ancak derinleştikçe Almanya’nın tarihine, siyasetine ve kültürel belleğine dair derin imalarla dolu bir kitap haline geliyor.

Kairos baştan sonra bir hatırlama hikayesi. Kitabın başında Hans’ın oğlundan gelen valiz ve kendi evindeki valizde sakladıklarıyla Katharina eski ilişkisini ve eski ülkesini hatırlıyor. Artık ne Hans de Doğu Almanya yokken valizlerden çıkanlar adeta bir arşiv; Hans’la Katharina’nın ilişkisinin bir arşivi olduğu kadar bir Doğu Almaya arşivi de.

Roman, karmaşık bir aşk ilişkisini anlatırken tarihi olaylar ve kişiler, müzik eserleri, romanlar, filmler, tablolar, heykeller ve gerçek mekanlar gibi birçok öğeyi bir araya getiriyor. Erpenbeck bunları metne öylesine yedirerek okuyucuya sunuyor ki çoğunu bilmiyor olabileceğimiz bu öğeler hakkında da daha fazla bilgi edinme isteğini kendiliğinden uyandırmayı başarıyor. Bu da Kairos’u, yavaş ve “sindirerek” okunmayı, hatta birden fazla kez okunmayı hak eden bir kitap haline getiriyor.

Biz de kitabı okumaya niyetlenen okuyucuların işini biraz olsun kolaylaştırmak için -okuma hevesini kaçırmadan- kitabın bir yapısökümüne girişiyoruz. Yapısöküm tekniğiyle, Kairos’un temalarını ve sembollerini katman katman açığa çıkararak okuyucunun bu incelikle işlenmiş dokuyu çözmesine yardımcı olmayı hedefliyoruz. Böylece, Erpenbeck’in zengin ve çok boyutlu dünyasını keşfetmenize katkı sağlayabilirsek ne mutlu bize.

İlişki

Kairos’un merkezinde, 1986 yılında Doğu Berlin’de başlayan karmaşık bir aşk ilişkisi yer alıyor. Roman, ellili yaşlarını sürmekte olan Hans ile on dokuz yaşındaki Katharina’nın ilişkisi üzerine. Katharina sosyalist devletin geleceğin vatandaşlarını yetiştirme sürecinde her aşamadan geçmiş bir genç kadın olarak karşımıza çıkıyor.

Katharina, mavi fulardan başlayarak üretimde ders görmeye, okulda Rusça öğrenmeye ve Werder’de hasatta çalışmaya kadar sosyalist devletin onlardan geleceğin vatandaşlarını yaratmak için hazırladığı bütün aşamalardan geçirilmiş o çocuklardan birini temsil ediyor. Katharina buna rağmen bu devletle arasına muazzam bir mesafe koymuş. Mesafe, direniş değil, ilgisizlik gibi bir şey yalnızca, kızın gençliğiyle adamın aklının almadığı bir orantısızlık oluşturan siyasi yorgunluk.

Hans’ın çocukluğu ise İkinci Dünya Savaşı döneminde geçmiş. Babası, Nazilerin iktidarı döneminde üniversitede profesörlük yapmış biri olarak Hans’ın bakış açısında derin iz bırakmış. Hans, babasını “kariyerini faşistlerin kinine ve hırsına borçlu bir adam” olarak tanımlıyor. Savaş sonrası Batı Almanya’da profesör olarak kariyerine devam eden babası, Hans’ın propagandanın etkisi altına nasıl girdiğini sorgulamasına neden olur.

Kötü amaca hizmet eden manipülasyon onun üzerinde hayli başarılı olmuştu. Ama neden? Mesele gerçekten manipülasyon muydu her zaman, bir şeyi gerçekten anlamak olanaksız mıydı?

Hans, babasının izinden gitmek istememiş ve on sekiz yaşında Doğu Berlin’e taşınarak farklı bir yol seçmeye çalışmış. Nazi propagandasının kötü hatıralarından kaçmak istemiştir belki de. Ancak bu kaçış, onun üzerindeki manipülasyonun etkilerini tamamen silmemiş. Bu noktada Hans, manipülasyonun her zaman etkili olup olmadığını ve bunu anlamanın gerçekten mümkün olup olmadığını sorgular.

Hans ve Katharina ikilisi, tesadüfen bir otobüste karşılaşır ve ilişkileri hızla başlar. Katharina, Hans’ın entelektüel birikimi ve tecrübesi karşısında büyülenirken Hans da Katharina’nın gençlik dolu canlılığına ve naifliğine kapılır. Ancak ilişkileri baştan itibaren zorluklarla doludur. Aralarındaki yaş farkı başlangıçta sorun olmasa da Hans’ın evli olması ilişkilerini gizli ve kısıtlı yaşamalarını zorunlu kılar. Yine de ikisi de bu ilişkiden vazgeçmek istemez.

Hans ve Katharina’nın ilişkisini asıl zorlayan, Hans’ın evli olması değil, Katharina’nın Frankfurt’ta kendi yaşlarındaki bir öğrenciyle yaşadığı tek gecelik ilişki olur. Hans bu ilişkiyi -Katharina’nın bilmesini istemesinin de yardımıyla- öğrenir. Bu olaydan sonra ilişkileri, Hans’ın Katharina’ya psikolojik işkence ettiği bir hale dönüşür. Bu bölümler, okuyucuya Hans ve Katharina arasındaki ilişkinin, Erpenbeck tarafından Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (Doğu Almanya) devlet ve birey arasındaki ilişkiyi temsil etmek için kullanıldığını düşündürüyor. Hans, Doğu Almanya devletini, Katharina ise bu devletin vatandaşlarını simgeliyor.

Bu çalkantılı ilişki hem kişisel bir anlatı hem de daha geniş toplumsal temaların bir yansıması olarak okunabilir. Yetişkinliğe yeni adım atan genç bir kadın olan Katharina ile yaşlı ve evli bir adam olan Hans arasındaki ilişki, Doğu Berlin’deki yaşamın gerilimlerinin ve karmaşıklığının bir mikrokozmosunu oluşturuyor. İlişkilerinin iniş çıkışları, manipülasyonun ve propagandanın bireyler üzerindeki etkilerini derinlemesine irdeleyerek okuyucuyu Almanya’nın tarihine, siyasi iklimine ve sosyalist yapısının bireyler üzerindeki etkilerine dair de düşünmeye sevk ediyor.

Doğu Almanya’da Günlük Yaşam

Doğu Almanya’nın kültürel ve sosyal yaşamı, romanda önemli bir yer tutar. Katharina ve Hans, müzik, edebiyat ve sanat üzerinden güçlü bağlar kurar. Bu bağlar, onların kişisel ve entelektüel gelişimlerini desteklerken, aynı zamanda Doğu Almanya’nın kültürel zenginliğini de gözler önüne serer. Müzik, edebiyat, sinema, resim ve heykel gibi sanat dalları, karakterlerin dünyasında önemli bir rol oynar ve onların içsel yolculuklarına katkıda bulunur.

Roman, Doğu Almanya’da gündelik yaşamın gerçekliğini detaylı bir şekilde yansıtır. Market alışverişleri, iş yerindeki rutinler, sosyal etkinlikler ve günlük mücadeleler, karakterlerin yaşamlarına dair somut bir çerçeve çizer. Katharina’nın gündelik yaşamındaki rutinler ve Hans’ın profesyonel hayatındaki detaylar, dönemin sosyal ve ekonomik şartlarını anlamamıza yardımcı olur.

Garsonlar, Batı Berlin’den gelip Doğu Berlin’in pahalı restoranı Ganymed’de ucuza yemek yemeğe bayılan Fransız askerleri için Fransa havası yaratmaya çalışıyorlar.

Katharina’nın anneannesi ve teyzesi duvarın diğer tarafındadır. Zaman zaman Katharina ve annesine paketler gönderirler. Bu paketlerde Doğu Almanya’da bulunamayan, ya da çok zor bulunan ve çok pahalı olan aslında basit şeyler vardır.

Onun Batı’da akrabaları yok, Nutella, çamaşır deterjanı ve külotlu çorap dolu paketler hiç gelmedi onlara.

Katharina Batı Berlin’de yaşayan anneannesini ziyarete gittiğinde de buradaki bolluğa ve ucuzluğa tanık olur. Yanında getirdiği parayla çok ucuz giysiler alır.  Batı Berlinliler için bu durum bir gurur kaynağıdır. Şehrin kendi taraflarındaki özgürlükle birlikte anılacak kadar önemli hatta. İstediğini alabilmek de özgürlüğe dair. Anneannesinin doğum günü yemeğinde teyzenin eşinin dile getirdiği şu sözleri adeta bunun kanıtı:

            Ee, özgürlük hoşuna gitti mi bakalım? Diye soruyor Manfred Enişte. Katedral güzel, diyor Katharina. Burada fikrini rahatça söyleyebilirsin, diyor Manfred Enişte. Biliyorum, diyor Katharina. Yüreğinin arzuladığı her şeyi de satın alabilirsin, diyor Manfred Enişte. Aldı, aldı, diyor Büyükanne Emmi.”

Ancak tek tanık olduğu bu değildir. Bunca “zenginliğin” içinde aynı zamanda Doğu Berlin’de hiç görmediği dilenciler de vardır.

Batı’da dilencilerin olduğunu Katharina elbette biliyor ama insanın bunu kendi gözleriyle görmesi başka. Gerçek daima somuttur, Lenin söylememiş miydi bunu?

Kairos’un yazarı Jenny Erpenbeck kitabın esas kızı Katharina’yla yaşıt. Kendisi de Doğu Almanya’da büyümüş. Orkestra şefi olan Avusturyalı kocasıyla birlikte yaşadığı, kitaplarla dolu Berlin’deki dairesinde yapılan bir röportajda, büyüdüğü Doğu Almanya’daki hayatı hakkında konuşmuş. Erpenbeck bu röportajında, Doğu Almanya’nın Batı Almanlar tarafından büyük ölçüde yanlış anlaşıldığını, küçümsendiğini ve hor görüldüğünü belirtiyor. Doğu Almanya, Batı’da sıkça totaliter bir devletin abartılı klişeleriyle, gizli polis korkusunun gündelik hayata hâkim olduğu bir yer olarak tasvir edildiğinden yakınıyor. Oysa Erpenbeck, eşitlik ideolojisinin daha az stres, rekabet ve açgözlülük anlamına geldiğini ve tüketim malları için sadece birkaç seçeneğin olduğu bir toplumda yaşamanın bir tür özgürlük sunduğunu söylüyor:

Bir duvarla çevrili olmasını beklemeyeceğiniz bazı özgürlük türleri var ama aynı zamanda kendinizi ifşa etmeye ve ne kadar önemli olduğunuzu ve nelere ulaştığınızı her zaman haykırmaya, kendinizi satmaya zorlanmamak da bir özgürlük.

Soğuk Savaş ve Berlin Duvarı

Annie Teyzesi tesadüfen 12 Ağustos 1961 akşamı Batı Berlin’de yaşayan nişanlısı Manfred’e gitmiş ve geceyi orada geçirmişti. Kendisinin bir karar vermesine gerek kalmadan ertesi sabah sonsuza kadar Batılıydı.

Örülüşü gerçekten de bu kadar ani ve beklenmedik olan Berlin Duvarı, 13 Ağustos 1961’de Doğu Almanya tarafından inşa edildi. 1961 yılına kadar yaklaşık 2,5 milyon Doğu Alman, siyasi özgürlük ve ekonomik fırsatlar arayışıyla Batı’ya iltica etmişti. Duvarın inşası temelde, Doğu Almanların yoğun biçimde Batı Berlin’e söz konusu kaçışını durdurmak amacıyla gerçekleşti.

Doğu Alman hükümeti, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle bu mülteci akınını durdurmak için bir bariyer inşa etmeye karar verdi. Başlangıçta dikenli tel olan duvar, kısa sürede karmaşık ve ağır tahkim edilmiş bir yapıya dönüştü. Bu yapısıyla Berlin Duvarı, dünyanın en güvenlikli sınırlarından biri haline geldi.

Berlin Duvarı, Berlin’i fiziksel olarak Doğu ve Batı olarak ikiye ayırırken, Almanya’nın ve dünyanın iki düşman bloğa bölünmesini de sembolize ediyordu: Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliğindeki kapitalist Batı ve Sovyetler Birliği’nin hakimiyetindeki komünist Doğu. Winston Churchill’in ünlü tanımıyla “Demir Perde”nin keskin bir temsili olan duvar, ideolojik çatışmanın ve bölünmenin bir anıtı haline geldi. Kitapta, Sovyetler Birliği’nin bölünmenin sürdürülmesindeki rolünün yanı sıra, Batı’nın da bu süreçteki sorumluluğu ele alınıyor. Sovyetler Birliği’nin pek bilinmeyen bir girişimi de dikkat çekiyor:

Ruslar, diyor adam, bütün Almanya’da özgür ve gizli seçimlere bile izin vermeyi planlıyorlardı ama tek bir şey hariç: Birleşik Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin karşısında yer alan bir askerî ittifaka katılması… Savaşta yirmi yedi milyon Sovyet askerinin ölmüş olmasıyla da açıklanabilir bu tabii. Hatta denemek amacıyla NATO’ya kabul için kendileri bile başvuruda bulunmuşlardı.

Soğuk Savaş boyunca Doğu Almanya, Sovyetler Birliği’nin doğrudan etkisi altındaydı ve ideolojik olarak aynı yolu izliyordu. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Doğu Almanya’da da komünizm, uzak bir gelecekte gerçekleşecek ama gerçekleşmesi için çalışılması gereken bir ideali temsil ediyordu.

Herkese yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre, komünizmde uzak gelecekte böyle olacaktı. Sizler göremezsiniz bunu, muhtemelen çocuklarınız da, çocuk sahibi olursanız tabii, belki torunlarınız görür demişti yurttaşlık dersi öğretmeni.

Katharina ile Hans’ın Sovyetler Birliği’ne yaptıkları gezide, gelecekteki bu idealin nasıl gerçekleşebileceğine dair sorular, özellikle Hans’ın düşüncelerini daha çok işgal etmeye başlar. Bu, aynı zamanda Soğuk Savaş’ın ne zaman biteceğine dair bir sorgulamadır.

Sosyalizme tek bir ülkede ulaşmış olmak, işte mesele bu diye düşünüyor. Mevcut düzen yıkılıyor ve dünyanın geri kalanı size düşman. Yeni, kanlı doğuyor. Ama kanı temizleyen çıkacak mı hiç? Beş günlük plan çerçevesinde elli bin kişinin iki yüz bin Berlinliyi ortadan kaldırması sağlansa, bunu yapan elli bin emekçi can almanın şokuyla bir topluluğa dönüşür. Brecht’in açlıktan ölmenin bir vatandaşlık görevi olmasının istendiği bir sıkıyönetim dönemiyle ilgili bir akıl oyunu. Hitler’den kısa bir süre önce. Acımasız bir dünyaya acımasızlıkla son vermek. Peki sonrası ne zaman başlıyor? Öldürmeye ne zaman son verebiliriz? … Sadece güçlü olan kişi, yeni doğan ve kusurları olan bir toplum adına suçu üstlenebilir. Sadece kendini unutabilen kişi. Başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğunun üzerinde sayan. Ve yaşayacağından daha uzun bir süre için umut besleyen. Mutlu günlere giden uzun yolda mevcut et ve kan ya yetmezse? Ya güzel olan yalnızca çirkin olanla, özgürlükse yalnızca korku salanla satın alınabilecekse.

Hans’ın zihninden geçenler, gündelik olarak yaşadıkları kısıtlama ve baskıların bir yansımasıdır. Bu ortam, toplum üzerinde olduğu gibi sanatsal üretim ve sanatçılar üzerinde de kaçınılmaz etkilere sahiptir. Yasaklanan sanatçılar ve sanat eserleri, Soğuk Savaş’ın her iki tarafında da yaygın bir uygulamaydı ve Doğu Berlin de bundan azade değildi.

Sanat

Jenny Erpenbeck’in aslen bir opera yönetmeni olması, kitaplarındaki müziksel ritmi de açıklıyor. Ancak Kairos’ta sanat, özellikle de müzik, bunun çok daha ötesinde bir rol oynuyor. Roman, karakterlerin yaşamlarına hem bir fon hem de bir karşıtlık işlevi gören sanat, müzik ve edebiyat referanslarıyla dolu. Bu kültürel unsurlar, karakterler için teselli ve kaçış sağlarken aynı zamanda baskıcı rejime rağmen devam eden kültürel canlılığın da altını çiziyor.

Kitap, sık sık Alman edebiyatı ve klasik müzik eserlerine göndermeler yaparak hikâyeyi daha geniş bir kültürel bağlama oturtuyor. Kişisel anlatı ve kültürel referanslar arasındaki bu etkileşim, metni zenginleştirerek okuyuculara karakterlerin iç dünyaları ve dönemin entelektüel iklimi hakkında daha derin bir anlayış sunuyor. Katharina ve Hans, Mozart, Bach ve Schubert gibi klasik müzik bestecilerinin eserleri üzerinden derin bir bağ kurarken müzik, onların duygusal dünyalarını ve ilişki dinamiklerini yansıtıyor.

Kairos, diğer edebi ve sanatsal eserlerle olan ilişkisiyle de dikkat çekiyor. Erpenbeck, karakterlerin yaşadığı dönemin kültürel ve tarihi bağlamını derinleştirirken, bu eserleri kullanıyor. Bu metinlerarasılık, romanın katmanlı yapısını zenginleştirip okuyucuyu daha geniş bir entelektüel bağlama çekiyor. Örneğin, Hans’ın Katharina’ya Bertolt Brecht’in şiirlerini ve şarkılarını dinletmesi, onların ilişkisini ve Doğu Almanya’nın kültürel bağlamını daha derinlemesine anlamamızı sağlıyor. Brecht’in eserlerinin, totaliter rejimlere karşı eleştiriler içermesinin romanın ana temalarıyla doğrudan örtüştüğünü de belirtmek yerinde olur.

Sanatın politik bağlamı da romanda önemli bir yer tutar. Doğu Almanya’da sanat ve edebiyat, sadece bireysel ifade biçimleri değil, aynı zamanda ideolojik araçlar olarak da kullanılmış. Erpenbeck, bu durumu karakterlerinin sanatla olan ilişkileri üzerinden ele alır. Hans ve Katharina’nın sanata bakış açıları ve bu sanat eserlerinin onların hayatlarındaki yeri, dönemin politik iklimine dair önemli ipuçları verir. Hans, devlet radyosunda çalışan bir yazar, Katharina ise tiyatro tasarımı öğrencisidir. Hans, Katharina’ya ilişkileri boyunca pek çok besteci ve müzik parçası dinletir. Okuyucu olarak biz de bu parçaları dinleme ihtiyacı hissederiz, böylece kitabın içine daha da çekiliriz. Müziğin uyandırdığı duygular ve hatta duyguların ötesinde düşünceler, Erpenbeck’in satırlara sığmayanları, kelimelerle dile getirilemeyenleri müzik aracılığıyla anlatma isteğini yansıtıyor. Sonuçta, bu onun çok iyi bildiği bir dil.

           Mozart, dinleyicisini tepetaklak duygulara gömmez, onun her satırı belli bir ifade içerir, hüzün de vardır elbet ancak üzerine düşünülmesi gereken bir seyir olarak vardır. İnsan kendine şunu sormalıdır: Yitirilen nedir? Tutulan neyin yasıdır? Bach öyledir zaten.

Eiler’in Brecht’in bir şiirinden besteleyip seslendirdiği çocuk marşı için Hans’ın dile getirdiği şu sözler de aynı notaya işaret ediyor.

Adamın derdi ne ahenk ne de sadece keyif vermek, müziğin ardında düşündürebilmek. Düşünmenin devre dışı bırakılması değil, düşünmenin kendisinin keyif vermesini istiyor.

Kitapta adı geçen her sanat eserinin ve sanatçının bir hikayesi var. Hans, bu hikayeleri genç Katharina’ya anlatırken aslında bize de aktarıyor. Böylece biz de sanat eserlerinin ve sanatçıların başına gelenleri öğreniyoruz. Soğuk Savaş’ın özellikle Doğu Blokunda olmak üzere her iki blokta da ağır sansüre maruz kaldığını biliyoruz elbette. Doğu Berlin’de yaşananlar bunun yalnızca bir kısmı ama hiç de azımsanamayacak kadar büyük ve önemli bir kısmı.

Bierman, Batı’da verdiği konserinde söylemişti bunu, sonrasında Doğu Alman hükümeti onu vatandaşlıktan çıkarmıştı, on yıl geçmişti bu olayın üzerinden. Vatandaşlıktan çıkarma, bir Nazi yöntemiydi, dönüp dolaşıp uygulamaya koyanların başına gelmişti.

Ernst Busch, diyor Hans, kızın başından kulaklığı alırken. Proletarya şarkıcısı. İspanya İç Savaşı’ında uluslararası tugaylara katılmıştı. Orijinal kayıtların bulunduğu bantları radyodaki ahmak yaratıklar silmişler. Depoda kalan plaklarını imha etmişler. Ne zamandı bu? 1952. Busch altı yıl önce öldü, o zamandan beri de adının anılması yasak değil artık.

Kitabın geçtiği 1980’lerin sonlarına yaklaşırkense sansüre yönelik itirazlar daha yüksek sesle dile getirilmeye başlanıyor.

Belli konular Doğu Alman yazarlar için neden hala tabu? Sovyetler Birliği’nde yazarları televizyonda canlı olarak sorgulanıyorlar ama burada yazarların ağzı hala bağlı, diyor. Yayımlanması yasak makalelerden ve bazı kitapların basımı için kâğıt tahsisinin taraflı yapıldığından konuşuluyor.

Dönüşüm

Jenny Erpenbeck, Kairos romanında dönüşüm temasını, bireysel ve toplumsal düzlemlerde derinlemesine işliyor. Karakterlerin kişisel dönüşümleri, Doğu Almanya’nın toplumsal ve politik değişimleriyle iç içe geçerken, roman, dönemin karmaşıklığını ve zenginliğini okuyuculara sunuyor. Bu dönüşümler, karakterlerin kendilerini ve dünyayı nasıl algıladıklarını derinden etkilerken romanın genel yapısına da önemli bir katman ekliyor.

Berlin Duvarı beklenmedik bir anda örülmüş olsa da yıkılışı o kadar sürpriz değildi. 1989 yılına gelindiğinde Doğu Blok’u pek çok noktada çatlaklar vermeye başlamıştı. Mihail Gorbaçov liderliğindeki Sovyetler Birliği, Doğu Bloku’nda daha fazla siyasi özgürlük ve ekonomik reformlara yol açan glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını benimsedi. Erpenbeck, Sovyetler Birliği’nin geçmişte Macaristan ve Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahaleleri bu defa yapmamasının nasıl sevinçle karşılandığını da satırlarında ele alıyor. Ancak bu politikalar beklenen sonucu doğurmadı. Sonun başlangıcı, Berlin Duvarı’nın yıkılışı oldu. Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılması, Soğuk Savaş’ın sona erdiğini ve Almanya’nın yeniden birleşmesinin başladığını gösteren önemli bir olaydı.

Doğu Alman hükümeti, Sovyetler tarafından başlatılmış dahi olsa dönüşüme karşı direnç gösteriyordu. Sanat üzerindeki baskının kaldırılması örneğinde olduğu gibi, kitapta “Parti kararlarının kayıtsız şartsız yerine getirilmesi ve muhaliflere karşı mücadelenin istikrarlı bir şekilde yürütülmesi,” “Perestroyka ve Glasnost sözcüklerinin artık kullanılmaması” ya da “Doğu Alman renklerinde sosyalizm” gibi ifadeler yer alıyor. Bu ifadeler, hükümetin dönüşüme karşı olan tutumunu ve sansürün devamını vurguluyor.

Doğu Almanya’da Duvar’ın yıkılmasından hemen önce halkın artan hoşnutsuzluğunun yarattığı gergin atmosferi de Erpenbeck, kitapta oldukça detaylı bir biçimde tanımlıyor. Çöküşe giden yolda önemli rol oynayan ekonomik sıkıntılar da yine kitapta yer alıyor. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin başlattığı dönüşüm de sorgulanıyor.

Halkın ve aydınların siyasi reform ve hareket özgürlüğü talep eden kitlesel protestoları sona ermez. Engellenmeye çalışılan değişimin taşıyıcıları ise -Katharina gibi- aslında bu sistem içinde doğmuş ve kurallarıyla yetişmiş gençler olur. Hans’ın Katharina’da gözlemlediği siyasal ilgisizlik ya da yorgunluk da böylece açığa kavuşur.

Sistem içeriden mi yoksa dışarıdan mı değiştirilmeli? Gençler sabretmeyi mi öğrenmeli yoksa yaşlılar yeniden kendi sabırsızlıklarını mı hatırlamalı?

Dönüşüm, istenmiş, beklenmiş, özlenmiş, uğruna mücadele edilmiş de olsa bu bölümü okurken bir nostalji tonu da kendini hissettiriyor. Dönüşümle gelenlerin bir kısmı eleştiriliyor, gidenlerinse aslında o kadar da kötü olmadığı dile getiriliyor. Geriye dönüp hatırlamak tam da böyle bir şey aslında.

Katharina yanlış tarafta yaşıyor. Kendi gözünde değil, yirmi sekiz yıl boyunca bir duvarın korunaklı bölgesine gizlenmiş olan bu ülkeye çevrilmiş dünyanın gözünde. Duvarın yıkılmasıyla birlikte Katharina’nın şimdiki zamanı şiddetli bir emiş gücüyle yerinden koparılıp bu dünyaya fırlatıldı, ilk günlerde zamanın tam anlamıyla uğuldayarak akıp gidişini duyar gibi olmuştu kız. Şimdiki zamanı sonsuza kadar akıp gitti mi? Peki geriye ne kaldı?

Karakterlerin Psikolojik Derinliği

Jenny Erpenbeck’in karakterleri Hans ve Katharina kitapta derin psikolojik tahlillerle işlenmiş. Hans’ın geçmişindeki travmalar ve ideolojik manipülasyonlar, onun bugünkü davranışlarını ve dünya görüşünü şekillendirirken Katharina’nın gençliği ve devletle arasına koyduğu mesafe, onun kimlik arayışını ve ilişkilerindeki dinamikleri belirler. Bu derinlikli karakter incelemeleri, romanın sadece tarihsel ve toplumsal bir anlatı olmanın ötesine geçerek, insan psikolojisinin karmaşıklığını da ele almasını sağlamış. Kitapta sanki Hans geçmişi, Katharina da geleceği temsil ediyor ve aralarında doğan aşk geçmişle geleceğin karşılaşması gibi.

Kitapla ilgili bir gazete yazısında yapılan Hans ile Katharina arasındaki ilişkiyi Milan Kundera edebiyatındaki “Kundera-like absorption in its permutations” (Kundera benzeri permütasyonlara derinlemesine dalma) benzetmesi çok yerinde. Kundera’nın karakterleri genellikle romantik ilişkilerinde derin iç gözlem ve analizlere girişir, duygusal ve psikolojik değişimleri deneyimlerler. “Permütasyon” terimi, ilişkinin zaman içinde alabileceği farklı biçimleri ve varyasyonları vurgularken ilişkinin gelişen dinamiklerinin derin ve neredeyse saplantılı bir hale dönüşmesine dikkat çeker.

Kitapta Hans ve Katharina’nın ilişkisinin psikolojik derinliği de benzer bir yol izler. İkili başlangıçta büyük bir aşk bulduklarına inanır ancak Hans, Katharina’ya bir sevgiliden çok bir öğretmen gibi davranır. Hans’ın Katharina ile zaman geçirdiği yerler bile bu öğretmen rolünü pekiştirir. Zamanla ilişkileri istismarcı bir hal alır ve Hans, Katharina’ya uyguladığı şiddeti onun ihanetini öğrendikten sonra artırarak zorbalığa dönüştürür. Hans, ilişkisinde kendisine itaat edilmesini bekleyen toksik bir tutum sergiler. İlişkilerinin karanlık doğası, Erpenbeck’in karakteristik olarak inatçı üslubunda ifadesini bulur. Bu ilişkide taraflar, kişisel ve politik olarak tüm umutlarının ve hayallerinin parçalanışını yaşar. Erpenbeck, aşıkların deneyimlerinin saplantılı doğasına tamamen girmemizi sağlama yeteneği ile bizi oldukça rahatsız edici ve yoğun bir duygusal yolculuğa çıkarır. Hans giderek daha acımasız hale geldikçe okuyucunun Katharina’nın ezilmişliğine isyanı da büyür.

Ensesinden Tutulacak Tanrı Kairos

Kitabın hemen başında isminin nereden geldiğini anlatır Erpenbeck.

Efsaneye göre uğurlu anlar tanrısı Kairos’un önünde, alnına düşen bir buklesi varmış., sadece oradan tutulup yakalanabilirmiş. Ama bu tanrı kanatlı ayaklarının üzerinde bir kez süzülüp geçti mi insana artık kafasının dazlak tarafını gösterirmiş sadece, çıplakmış kafası ve asla elle tutulmazmış. Katharina’nın vaktiyle on dokuz yaşında bir genç kızken Hans’la karşılaştığı an uğurlu bir an mıydı?

Erpenbeck, Katharina ve Hans’ın tesadüfen bir otobüste karşılaşmalarının bir fırsat anı olup olmadığını sorgular. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu Almanya’nın çöküşü gibi tarihsel dönüm noktaları da Kairos‘un temsil ettiği fırsat anlarını somutlaştırır. Bu olaylar, yalnızca karakterlerin değil, toplumun da hayatında büyük değişikliklere yol açar. Kairos, bu anların nasıl değerlendirildiğini ve karakterlerin bu fırsatları nasıl yakaladığını veya kaçırdığını inceler.

Aynı zamanda, Kairos karakterlerin içsel dönüşümlerini ve bu dönüşümlerin belirli anlarla nasıl tetiklendiğini temsil eder. Katharina ve Hans, hayatlarının çeşitli dönemlerinde önemli içsel değişimler yaşarlar; bu değişimler, ilişkilerini ve dünya görüşlerini derinden etkiler. Bu anlar, kimliklerini ve geleceğe dair umutlarını şekillendirir.

Romandaki karakterler, sık sık doğru anı yakalama ve bu anı en iyi şekilde değerlendirme çabası içinde. Hans ve Katharina, bu anları yakalamaya çalışırken kendi içsel dünyalarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini derinleştiriyorlar.

Jenny Erpenbeck, Kairos romanında, zamanın ve fırsatların geçiciliğini vurgulayarak, doğru anı yakalamanın ve değerlendirmenin önemini ele alıyor. Kairos, karakterlerin hayatlarında belirli anların ve bu anların sunduğu fırsatların nasıl değerlendirildiğini incelerken okuyuculara da bu anların önemini ve etkilerini düşündürüyor.

Kairos’u Başka Bir Dilde Yeniden Yaratmak

Jenny Erpenbeck’in eserleri, dilin incelikleri ve duygusal derinlikleri nedeniyle çevrilmesi zor metinler. Kitabın orijinal dili Almancanın karmaşık yapısı ve uzun cümleleri de çevirmenlerin işini pek kolaylaştırmıyor. Üstelik romanın pek sık kullanılmayan şimdiki zaman kipinde yazılması, okuyucuya anın içinde olma hissi verirken yoğun bir duygu atmosferiyle bunaltabiliyor da. Çevirmenlerin bütün bu zorlukları aşması gerekiyor.  Neyse ki, Kairos bu konuda şanslı bir kitap. Kitabın İngilizce çevirisiyle yazar ve çevirmeni Michael Hofmann, edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden olan Uluslararası Booker Ödülü’nü kazandı​. Erpenbeck felsefeci bir baba ile Arapçadan Almancaya çeviri yapan bir annenin kızı. Booker ödülünü önemsemesinin en önemli nedenlerinden birini bu ödülün yazarla birlikte çevirmene de verilmesi olduğunu söylüyor. Kitabı Türkçeye çeviren Regaip Minareci ise Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nü kazandı.

***

Daha Fazlası:

A Novelist Who Finds Inspiration in Germany’s Tortured History

In Cold War Berlin, an Affair Born of Chaos and Control

Kairos by Jenny Erpenbeck review – a monumental breakup

A Matter of https://literaryreview.co.uk/a-matter-of-record-2Record

Daha fazla yazı yok
2024-10-06 01:28:34