Bu yazının bir kamu spotuna veya duygu sömürüsü yapan şeker çikolata reklamlarına benzemesinden korkarım ama bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı olduğunu da ben uydurmadım.
Balzac bir tahmine göre günde neredeyse elli fincan kahve tüketiyordu.
Oz Büyücüsü’nün yazarı Frank Baum kahvaltıda dört beş fincan kremalı ve şekerli sert kahve içerdi.
Macar besteci ve piyano virtüözü Franz Liszt’in kendi kahve makinası vardı. Kahvenin hergün taze kavrulması onun için çok önemliydi. Yazar Marcel Proust’un kahve servisi tam bir ritüeldi. Hizmetçisi gümüş bir demlikte iki fincanlık sert kahve ve yanında kapaklı porselen bir sürahide kaynatılmış bolca süt getirirdi. Hep aynı fırından alınan tek kruvasan hep aynı tabakta servis edilirdi. Hizmetçi tek kelime etmeden bunları komodinin üstüne koyar ve Proust’u kendi cafe au lait’sini hazırlaması için yalnız bırakırdı. Yazar, "sabah içilen sütlü kahvenin tadı, bir umut dalgası getirir bize" diyor. Bir kafem olsa duvarına bu cümleyi yazardım.
Beethoven kendi kahvesini sabahları büyük bir özenle kendisi hazırlardı. Her bir fincan için 60 kahve çekirdeği olması gerektiğine karar vermişti ve kesin dozu ayarlayabilmek için genellikle onları tek tek sayardı. Beethoven da iddialı bir kahvesevermiş ama kahveden en çok etkilenen müzisyen bence Johann Sebastian Bach’tır. Kahve Kantatı adlı eserinde "Ne kadar güzel, binlerce öpücükten daha lezizdir kahvenin tadı. Bana bir ödül vermek istiyorsanız biraz kahve koyunuz fincanıma” sözleri onun kahve tutkusunun ispatı adeta. Kafenin öteki duvarına da ne yazacağımızı böylece bulduk.
Danimarkalı filozof Kierkegaard’ın kahve alışkanlığı da şahsına münhasırdı. Genellikle akşam yemeği ve bir bardak şerinin üzerine içtiği kahve için her takımdan yalnızca birer parça olmak üzere en az elli fincanı ve fincan tabağı vardı. Filozof, fincanını tepeleme şeker doldururdu. Daha sonra çok sert ve sade kahveyi fincandaki bu beyaz şeker piramidinin üstüne dökerdi. Şerbet gibi kahve midede şeriyle karışıp fokurdadıktan sonra beyne yükselen fazladan enerjiyi varın siz tahmin edin.
Muhtemelen çok azımız yaptığımız bayram ziyaretlerinde bu kadar sıradışı kahve sunumlarıyla ağırlanacağız. Örneğin ben, yüz yıllık aile dostumuz Cevdet Bey’e gittiğimde neler yaşanacağını biliyorum. İlkin, Eminönü’nden aldığı bayramlık kahvenin yol boyunca bütün otobüsü mis gibi kokuttuğunu söyleyecek, sonra bana yine gençliğinde çalıştığı Şişli’deki o pastanenin kolalı beyaz masa örtülerinden özlemle bahsedecek. Son olarak da tatlıları yapmayı öğrenmesin diye ustaların onu nasıl mutfağa almadığını anlatırken sesi yükselecek. Cevdet Bey ile eski pastane dedikoduları eşliğinde kahve içmek de benim bir bayram ritüelim olarak kayıtlara geçsin lütfen.
Bu yazının bir kamu spotuna veya duygu sömürüsü yapan şeker çikolata reklamlarına benzemesinden korkarım ama bir fincanın kırk yıllık hatırı olduğunu da ben uydurmadım. Hergün en hipster baristaların elinden, en üçüncü dalga kahveleri kâh o kafede, kâh bu kafede içip Instagram’a birbirinin kopyası fotoğraflar yüklemek midir "cool"luk?
Bayramda en az bir aile büyüğü, komşu, eş, dost ziyaret edin. Karşılıklı bir kahve için.
Luiz Lane iyi bayramlar diler.