Sanatatak’ta uzak mesafelerdeki sanatçılara, onların işlerine ve duruşlarına yakın plandan bakan, mesafeleri yok eden yazılara başlıyoruz. Bu sayede okurlarımızla daha çok sanatçı ve eser üzerine beraber düşünmeyi hedefliyoruz. İlk durağımızda Judy Chicago var. New York’taki New Museum’da 12 Ekim’de açılan 60 yılın en kapsamlı sergisi Herstory’nin ardından sanatçıya bakıyoruz.
1939 yılında Illinois’de doğan Judy Chicago, California Üniversitesi’nde sanat eğitimi alırken akademinin ve sanat tarihi disiplininin cinsiyetçiliğiyle yüzleşmeye başlar. Bu yüzleşme sayesinde, henüz öğrenciyken hocalarının onun daha ‘zararsız’ bir sanatçı olması için yönlendirdiklerinin de farkına varacaktır. Ana akım sanatçılara göre kendi rotasını belirlemekten vazgeçip bir feminist sanat eğitimi tasarlar ve bu derslerle birlikte sanatçının hayatında da dönüşüm başlar. Chicago, ilk dönem üretimlerinde minimalizmden etkilenir ve heykellerini bu tarzda üretir. Rainbow Pickett (1965), Polished Stainless Steel Domes (1968) sanatçının minimalist işleri arasında…
Chicago’nun erken dönem işlerinde ürettiği heykelsi formların mekanla diyalog kurduğunu görmekteyiz. Hem belli bir bütünlük sunuyorlar hem de o bütünlüğün içindeki farkları belirginleştiriyor ve bunları tam da yalın bir dille anlatıyorlar. 2002 senesinde Los Angeles’taki A Minimal Future isimli sergide Chicago’nun erken dönem işlerinin bir arada sunulmuş olması, sanatçının 1960’larda içinde yer aldığı janrı da görünür kılar. 2004’te bu işlerine yer veren LewAllen Gallery’deki serginin küratörü, sanat tarihçisi Jenni Sorkin’e göre Chicago için minimalizm daha sonraki çalışmalarına da entegre ettiği bir biçimsel yaklaşım… Sorkin’e göre sanatçının üretimlerinde 1973’ten sonra gözle görülür hale gelen değişim aslında uyumsuz da değildir.
Feminist Bir Müdahale Olarak Piroteknik Gösteriler
Güney Kaliforniya sanatında erkek sanatçıların hâkimiyeti, Chicago’nun sanatındaki feminist tavrı belirginleştirmişti. 1960’ların sonuna gelindiğinde, toplumsal hareketlerin ve özellikle feminist hareketin güçlenmesi feminist sanatçıları da motive edecekti. Tam bu noktada piroteknik gösteri olarak yaptığı ‘Atmospheres’ serisi ile devam etmek gerekir, Chicago üzerine düşünmeye. Renkli sis bombaları kullanarak gerçekleştirdiği peyzaj enstalasyonları ve performansları Chicago’nun unutulmazları arasında… Bu işler, kamusal alana feminist bir müdahale… Kent mekanının renkli dumanlarla kaplanması, ‘sis’ metaforunun taşıdığı belirsizliklerin bu sefer şehrin egemenlerine doğru yönlendirilmesi olarak okunabilir. Ama aynı zamanda polislerin sokakları gazladığı bir dönemdir ve böyle olunca ister istemez işin kendisi protestocu taraftan gelen bir itiraz anlamı taşıyacaktır. Eril mimari gösterilerin bir an için görünmez kılınması da aynı okumanın bir başka yüzüdür. Sanatçı Santa Barbara Sanat Müzesi’ni sanki yanıyormuş gibi gösterir. Kent mekânının gerçek sahiplerinin veya paydaşlarının ‘geri alıyoruz’ mesajı açıkça paylaşılmaktadır. Egemenler tarafından kontrol edilemeyen bu belirsizlik, bu göz gözü görmeme hali, egemenliğin kaynaklarının bir an için nasıl yok olabileceğine de işaret eder. Gündeliğe bu yöntemle sızıyor olmak, tıpkı bir feminist patlama anı simülasyonu gibidir. Dumanlar içindeki doğa veya kent kesitleri, görmeye alışık olduğumuz görünümlere kafa tutacak ve hatta ‘güzellik’ normunu bütün o renkli sislerin içinde alt üst edecekti.
Chicago bir feminist olarak hem kendine ad vererek patriyarkal bağlarını koparır hem de eril olmayan bir estetik ortaya koyar. Günümüzde ‘feminist sanat’ denince akla gelen en önemli isimler arasındadır. Chicago’nun en bilindik işleri arasında olan The Dinner Party de bu sanat kategorisindeki ikonik işlerdendir. Enstalasyonun hikayesi, sanatçının Avrupa entelektüel tarihine dair aldığı bir derste, hocasının kadın entelektüellerden ve kadın sanatçılardan hiç bahsetmeden bir akademik dönem dersini tamamlamış olmasına dayanıyor. İşin anıtsal karakteri, erkeklerden ibaret bir sanat tarihi yazımının gerçek bir tarihselliğe dayanamayacağı üzerine inşa ediliyor.
Sanatçının bu enstalasyonu, üçgen bir masa etrafında tarihte isimleri çeşitli mecralardan bilinen kadınları buluşturuyor. Bu tören, aynı zamanda bir feminist tarih-yazımı da ortaya koyar, kadın sanatçıları ve entellektüelleri özne kabul eden, kadın mücadelesini merkeze alan bir perspektifle beraber. Sanatçının 1974-1979 yılları arasında gerçekleştirdiği bu iş, çok fazla ses getirir, eleştirenler de olur ama nihayerinde Linda Nochlin’in 1971’deki sorusuna eşlik eder: ‘Neden Büyük Kadın Sanatçılar Yok?’. Masanın üzerindeki detaylar, el işi üretimler, isimleri yazılı olan kadınlarla masanın ifade etmek istedikleri tamamlanır. İş, 3 farklı kıtadan 6 ülkedeki 16 mekânda bir milyondan fazla izleyiciyle buluşurken, sanat tarihi anlatımının işaret ettiği bilgilerin kadınları yok sayması itibariyle ne kadar politik olduğunu açığa çıkardı. Amazon, Hipatia, Virginia Woolf, Susan Anthony, Emily Dickinson, Eleanor of Aquitaine, Isabella d’Este, Trotula of Salerno, Sappho, İştar gibi gerek mitolojiden gerekse de bulundukları alanlardan tanınan pek çok kadın bu sofrada yan yanadır. İş seyirciyle ilk kez buluştuğunda tepki gösterenler de olur, ancak Chicago ısrarla işinin arkasında durur ve eser bugünkü görünürlüğüne kavuşur.
Sanatçının 8 yıllık bir başka çalışması ise Holokost üzerine… Yahudi bir sanatçı olarak, Holokost’a ve onu mümkün kılan kötülüğe dair çok az şey bilindiğinden hareketle Donald Woodman ile bu çalışmaya başlarlar. Vitray enstalasyonların yer aldığı serginin çeşitli bölümleri vardır ve o bölümler projenin çerçevesini anlaşılır kılar: ‘Tanıklık Etmek’, ‘Güç ve Güçsüzlük’, ‘Yankılar ve Tekrarlar’, ‘Holokost’un Ortaya Çıkardığı Ahlaki ve Etik Sorunlar’, ‘Hayatta Kalma ve Dönüşüm’. Aslında Chicago bugünün temsil zemininde çokça ele alınan ve ele alındığı halinin eleştirildiği Holokost’u 1985 yılında çalışmaya başlaması itibariyle bugün yürütülen tartışmaların hızlanmasına -istemeden de olsa- katkı sunmuştur.
Sanatçı, Womanhouse projesiyle Los Angeles’taki bir mekruh binayı enstalasyon ortamına dönüştürdü ve mekanı çeşitli buluşmalara açtı. The Birth Project’te 150’den fazla iğne işçisiyle işbirliği yaparak dikiş işler aracılığıyla kadınların doğum deneyimine odaklanır. Sanatçının pandemi boyunca Life On Pause isimli serisi ise porselenler üzerindeki çizimleriyle içinde bulunduğumuz sıkışıklığa, kapanmanın duygusuna dair itirazlar barındırır.
Sanatçının New Museum’da ‘Herstory’ isimli sergi ise, Chicago’nun 60 yıllık sanat hayatının bir retrospektifidir. 84 yaşındaki sanatçı üretmeye, mücadeleye, tarih-yazımına karşı müdahaleye devam ediyor. Biz de onun bu kararlılığını ve üretkenliğini ilhamla izliyoruz.