Eda Çekil‘in bir aile hikayesine dönen İstanbul’daki ilk kişisel sergisi“Aile Albümü” ile 8 Nisan – 8 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Bomontiada’da fotoğraf severlerle buluştu. Pandemi süreci içerisinde Büro Sarıgedik ortaklığı ile gerçekleştirdikleri serginin ardından Çekil’le evinin bahçesinde buluştuk ve sergiye giden öznel yolculuğunu konuştuk. Sanatçı “Aile Albümü” isimli fotoğraf sergisinde hem ailesine karşı nostaljik bir anma gerçekleştiriyor, hem de toplumsal bir meseleye ışık tutuyor.
Fotoğrafla ilk ilişkini nasıl kurmuştun?
Babamın sanatçı ve eğitmen olması dolayısıyla kendimi bildim bileli sanat odaklı bir ortamın içindeyim. Dolayısıyla bu ortam benim kendimi sanat aracılığıyla ifade etmeme katkı sağladı. Ama fotoğrafı seçmem biraz benim karakterimle alakalı tabii. Ben biraz sabırsız biriyim. Hızlı sonuç alabileceğim şeylerin bana kendimi daha iyi ifade ettirdiğini hissediyorum. Bu sebeple fotoğraf bence benim için doğru tercihti. Seçimi de bu yönde yaptım.
İlk sergin İzmir’deydi…
Üniversitedeki mezuniyet sergimdi aslında. Tam yolumu bulamadığım ama arayış içinde olduğum yıllardı. Asıl hedefim güzel fotoğraflar çekmekti.
Nasıl bir ilk deneyimdi?
İzmir’de bir anaokulundaki çocukların portrelerini çekmiştim. Çocuklarla iyi iletişim kurduğumu düşünürdüm. O okulda üç ay geçirip onları fotoğraflamıştım. Onlarla aramda bir bağ kuruldu tabii.
“Sosyal bilimler beni geliştirdi”
O günden bugüne neler oldu mesleki yolculuğunda?
Beni ve hayata bakışımı değiştiren en önemli noktalardan biri yüksek lisans yıllarım oldu. Galatasaray Medya ve İletişim Çalışmaları‘na girdim. Dolayısıyla sosyal bilimlerle ilgilenmeye ve farklı okumalar yapmaya başladım. Orada aldığım eğitim beni çok geliştirdi. Bu hayatta ne yapmak ve ne söylemek istediğim iyice şekillenmeye başladı.
Toplumsal cinsiyetle tanışman ne zamana dayanıyor?
Tam o zamanlar işte. Feminizm ile tanıştığım yıllar. İletişim alanında okuduğum için de moda fotoğraflarındaki kadın imgesi ile ilgilenip onun üstüne bir tez yazdım.
Tezini bulabiliyor muyuz?
YÖK’ün sitesinde var ama Fransızca. Çevirisini yapmayı düşünmedim. Belki daha sonra…
Mezun olduktan sonra Evin Sanat Galerisi’nde çalışmaya başlıyorsun…
Oradaki amacım İstanbul’da neler olup bittiğini görmek, sanat çevresi ile tanışmaktı. Düşünsenize İzmir’den geliyorum ve kimseyi tanımıyorum, aşina değilim. Bu açıdan çok iyi geldi. Çünkü bir sanat galerisinde çalışmaya başladığınızda birçok insanla, yazarla, sanatçıyla tanışıyorsunuz. Evin İyem ve Ümit İyem zaten bana çok yol gösteren iki kıymetli isimdir.
Nasıl buldun İstanbul’u?
İlk izlenimim çok gruplaşma olduğuydu ki hala da böyle düşünüyorum. Hissimi hatırlıyorum, bu gruplaşma içinde İzmir’den gelen bir sanatçı adayı olarak nasıl varolacağımla ilgili soru işaretlerim oluşunca biraz stres olmuştum. Üç yıl orada çalıştım ve sanatta yeterlik yapacağım zaman ayrıldım. Benim için çok özel ve besleyici bir deneyim oldu.
“Ailemde yaşadığım büyük dönüşümler yüzünden”
Neden objektifini aileye yöneltmeye karar verdin?
Aile meselesine yönelmem ailemde yaşadığım büyük dönüşümlerle ve ailemle kurduğum ilişkinin kendi yaşantımdaki etkilerini hissetmemle oldu. Toplumsal cinsiyet tartışmalarında ve feminizmde aile temel meselelerden biri olmuştur. Dolayısıyla benim feminizmle ile ilişkim de beni aileye yönlendirdi. Uzun süredir üstünde düşündüğüm bir konu olduğu için işlerime de yansıdı tabii.
Feminizmin hayatındaki yeri nedir?
Feminizm hayatı nasıl yaşayacağım konusunda bana yol gösterici oldu. Ben aileyi baskılayıcı, kısıtlayıcı olduğu kadar bazı noktalarda güven verici de buluyorum. Benim hayatımda böyle bir ikili durumu var ailenin. Feminist yazarlar, filozoflar, sanatçılar bana bu anlamda doğru soruları sormam ve cesur adımlar atmam için güç verdi. Annem de feminist bir kadındı. Ailesiyle kurduğu ilişki ve hayata bakışıyla hem kişisel hayatımda hem de bu sergide bana ilham oldu.
Fotoğrafın bu süreçteki rolü sana biraz terapi gibi olmuş…
Yaşadığım kayıp ve ardından gelen yas süreci benim kendimi ifade etme ihtiyacımı ortaya çıkardı. Üretmek bir nevi terapi gibi oldu bana.
Pandemi sürecinde bir sergi gerçekleştirmek nasıl?
Aslında bu zorlu sürece rağmen çok güzel geri dönüşler aldığımı söylemeliyim. Bir de sergiden daha çok bir performans gerçekleştirmiş gibi hissettim. Çünkü açılışta bile kalabalık olmadı ve ben sergiye gelenlerle birebir sohbet etme fırsatı bulabildim. İzleyiciler de fotoğraflar üzerinden kendi aileleri ile benzerlikler bulup, bana hikayelerini anlattılar. Böyle bir geri dönüş çok iyi geldi.
“Yapıtsız sanatçı olacağımı düşünüyordum”
Eda Çekil kendisini nasıl bir sanatçı olarak tanımlıyor?
Ben çok uzun yıllar ‘yapıtsız sanatçı’ olacağım diye düşünüyordum. Benim için iş üretmek çok büyük cesaret isteyen bir şeydi. Ama zamanla dönüşmeye başladım. Yaşadıklarım beni “Artık birşeyler yapmam gerekiyor.” noktasına taşıdı. Sanat üretimi zaten öyle bir şey sanırım, kimse görmeyecek olsa bile üretmek arzusu. Hiçbir zaman yanında fotoğraf makinesiyle yaşayan bir fotoğrafçı da olamadım, hatta hep de kızardım kendime. Ama şimdi anlıyorum ki benim fotoğrafla ilişkim daha farklı. Ben fotoğrafı farklı malzemelerle birleştirmeyi, farklı sergileme yöntemleri deneyerek onu dönüştürmeyi daha çok seviyorum.
Fotoğrafla ilgilenmek isteyenlere ne önerirsin? Ya da bir akademisyen olarak neyi vurgulamak istersin?
Ben daha çok taze bir akademisyenim, dolayısıyla bir akademisyen olarak değil ama fotoğraf sanatı üzerine düşünen ve çalışan biri olarak şunu önerebilirim; çokça fotoğraf bakmalarını ve yalnızca kendileri için bile olsa ne olursa olsun üretmeye devam etmelerini.
İlham aldığın isimler veya kitaplar neler?
Bu sergi için ilham aldığım ve çok etkilendiğim kritik bir isim var; İngiliz fotoğraf sanatçısı, eğitmen ve foto-terapist Jo Spence. Sergideki otoportre onun foto-terapi yönteminden ilhamla oluştu diyebilirim. Rosy Martin ile gerçekleştirdiği fototerapi seanslarının ardından ailesi ile kurduğu ilişkilerin bir yansıması olarak otoportreler çekiyor. Özellikle aile fotoğrafları üzerinden ürettiği otoportreleri beni çok etkiledi. Onun dışında da çok fazla isim sayabilirim tabii: Gülsün Karamustafa, Nil Yalter, Dilek Winchester ya da Carrie Mae Weems, Francesca Woodman aklıma ilk gelen isimler. Kitap olarak da liste yapmak zor, ama ilk aklıma Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek‘i…