A password will be e-mailed to you.

 

-15. İstanbul Bienali için Seul’deki evinizin bir kopyasını İstanbul Modern’in duvarına ters bir şekilde yerleştirdiniz. Ev, komşuluk ve aidiyet sizin için ne anlama geliyor?

Güney Kore’de yaşadığım evi hiçbir zaman sevmedim. Tabii ki ailemi, evimi ve buna benzer bazı şeyleri seviyordum. Seul’da yaşadığım evimi kendim için kiralamıştım. Çünkü burada birçok genç insan yaşar. Bu nedenle Seul’daki yaşamım rekabete dayanıyordu. Geçim masrafları ve kira ücretleri çok fazla iken, gelirler çok düşüktü. Aylık gelirimin yüzde 70’i kiraya gidiyordu. Bizim düşük kalitede yaşayacak bir yer bulmamıza ihtiyacımız olduğu açıkça anlaşılıyordu. İki yıl önce Berlin’e taşındım, böylelikle bütün hayatım başka bir şehirde bütünüyle değişmiş oldu. Yaşadığım yerdeki hayatımdan memnunum. Sonrasında neden Güney Kore’den bu kadar nefret ettiğimi düşündüm ve bütün yaşadıklarımı bir sanat eserine dönüştürmeye karar verdim. Bu nedenle bu çalışmam Seul’de yaşadığım yerden hoşlanmıyor oluşuma ve o yaşamdan nefret etmeme bir gönderme mahiyetinde.

 

-Elmgreen&Dragset ile daha önce ‘The Others’ isimli bir sergide beraber çalıştınız ve burada Hristiyanlığın gerekliliğine ve bunun çağdaş sanatla buluşmasına odaklandınız. 15. İstanbul Bienali’nde de yine aynı ikiliyle ‘komşuluk’ konusu üzerine çalışıyorsunuz. 

‘The Others’ isimli bir karma sergide yer aldım. Serginin teması Hıristiyanlıktı ve benim Salvation isimli eserim heykel biçimindeydi. Kağıtlarla ve broşürlerle kaplanmıştı. Sergi, Güney Kore’de Hristiyanlık’ın ne anlam taşıdığını sorguluyordu. Çünkü modern tarihte Hristiyanlık, sadece bir din değildi. Protestanlık ve Hristiyanlık aynı zamanda politikayla, ekonomiyle ve karar almayla bağlantı halindeydi. Bu durum kolaylıkla bir sosyal mesele haline geldi ve ben de daha çok politik, sosyal dini ve biyolojik tartışmalarla ve zıtlıklarla ilgilendim. Birbiriyle eşleşmesi ve değişimi zor kavramlarla çalışmayı seviyorum.

 

-Salvation isimli çalışmanıza daha çok politik ve dini bir söylem hakimken, The Silence and Eloquence of Objects isimli çalışmanızda aidiyet ve komşuluk konularını işliyorsunuz. Bu bağlamda bir araç olarak çalışmanızdan beklentiniz nedir?

Eğer çalışmayı girişten itibaren görseydiniz, bu çalışmanın oldukça büyük olduğunu düşünebilirdiniz. Oysa ki bu çalışma Seul’daki evimin birebir boyutlarında, yaklaşık 24 metrekare. Mutfak ile oturma odası ve yatak odası arasında hiçbir mesafe yok.  Her şey tek bir odanın içinde. Biz buna Kore’de ‘tek-oda’ diyoruz. Temel olarak bu yapı genç ve tek başına olan bir gencin yaşamını, hayat tarzını ve ekonomik durumunu birbiriyle eşliyor. Her yıl veya her iki yılda bir başka bir apartmana taşınmak zorunda kaldığım yıldan beri, bu hep tekrarlanıyor. Bazen ev sahibiniz kira ücretini yükseltebiliyor ve kontratı değiştirebiliyor, yani siz evden kovuluyorsunuz. O zamandan beri daha ucuz eşyaları tercih etmeye başladım. İç mimari ve sıcak ev ortamı hakkında hiçbir şey umurumda değildi. Kolay taşınabilir şeyler alıyordum. Bu evler çerçevesinde hiçbir zaman kendimi tanımlayamadım. Bu tarz bir yaşam sürdürüyorsun, bir yere aitsin ve burada bulunuyorsun. Ama yaşadığın yerle olan iletişimi kabul etmek istemiyorsun buna rağmen az da olsa bu ev seni tanımlıyor ve kimliğini yaratıyor. Ben bu tür evlerde çok vakit geçirmek istemedim. Kendimi dışarı çıkmaya ve sergi gezmeye zorladım. Tüm bu yaşadıklarımın yanında soylulaştırma ve zor yaşam koşulları beni bu çerçeveye yönlendirdi. Bahsettiğim durumlar sadece Seul için değil, İstanbul ve Berlin gibi tüm metropol şehirler için de geçerli.

 

-Peki neden Berlin’e taşındınız? Özel bir nedeni var mı? Daha özgür olduğu için?

Berlin’e taşınmamın aslında tek bir nedeni yok, birçok neden var. En önemlisi Seul’de genç bir birey olarak yaşamaktan mutlu olmuyordum. Bienale izleyici olarak gelecek kişiler üzerinde Seul gibi seksüel açıdan muhafazakar olan şehirde bir genç olarak yaşamanın, hatta bir eşcinsel olarak yaşamanın nasıl olduğu üzerine bir merak uyandırmak istiyorum. Benim ilgimi çeken şey ise bu çeşitlilik.

 

-Sanatçı-küratörlerle çalışmak sizi ne yönde etkiliyor? Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Küratörlerin kendi şovlarını yapmaları konusunda çok dikkatli olduklarını düşünüyorum, ama onlarla çalışmak hem pratik hem de kavramsal anlamda çok yararlı. Bu sadece belirli bir kavramı yada fikri paylaşmak değil, ayrıca küçük projelerin başlangıcını yapmak açısından da çok önemli. İşlerine çok dikkat gösteriyorlar. Uzun zamandır kendi sanat eserlerini üretiyorlar. Bu bağlamda arkadaşlarımla konuştuğum ve buna benzer şeyler yaptığım zaman kendimi daha rahat hissediyorum. Çünkü o zaman herhangi bir güç oyunu hissetmiyorsunuz.

 

-Peki bienale özel işinizi spoiler da vermeden nasıl anlatırsınız?

Yerleştirmeyi yaptığım süre boyunca bir çok güvenlik personeli ve müze çalışanları bu eseri neden beyaza boyadığımı sordu. Eserin büyük bir kısmı burada boyandı. Bir şeyi beyaza boyamak onun kimliğini yok etmek anlamına gelirken, eğer esere dikkatlice bakarsanız bazı güçlü fırça darbelerinin olduğunu göreceksiniz. Akrilik boya kullanmaya başlamamdan itibaren, her fırça darbesi esere kimlik kazandırıyor ve varlığını ortaya koyuyor. Ben akışkanlığı ve serbestliği seviyorum. Ayrıca beyaz çok temel ve basit bir renk. Böylelikle gelen izleyiciler eserin altında durdukları zaman kendi evlerinden ve yaşamlarından anıları akıllarına gelece

 

Beyazı daha önce Salvation ve The Silence and Eloquence of Objects adlı çalışmalarınızda kullandınız. Bir şeyi beyaza boyamak onun kimliğini yok etmek kadar onu saflaştırmak da değil mi?

Seul’da daha fazla yaşamayacağım. Orada yaşadığım zaman bile, orayı tam olarak sevmiyordum. Fiziksel ve ruhsal olarak orası bana yakın gelmiyordu. Bu beyaz küpün içine bu yapıyı koymak istedim çünkü yapı ve yüzey, izleyicileri bu alanın dışında nefes vermeye itebilecek.

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 23:00:10