A password will be e-mailed to you.

Yaşam Şaşmazer’in Zilberman Gallery’deki son solosu “ya da“, Şaşmazer’in işlerinde yeni bir dönemin başladığının müjdesini vermekle kalmıyor, doğa tanımımızı geniş tutmamızı sağlıyor.

 

İnsanları gölgeleriyle ilişkilendirdiğiniz ötekiye odaklandığınız heykel çalışmalarınızdan sonra doğayı bir öteki olarak ele alma süreciniz söz konusu…

Bundan önceki çalışmalarımda bilinçaltı korkuları, çatışmaları mesele edindim ve ‘insan olma’nın farklı hallerine bakmaya çalıştım. Bu yeni seride ise doğayla olan ilişkimizdeki belirleyici birer unsura dönüşen bilinçaltı korkuları ele aldım. Nitekim insanın tarih boyunca en çok ötekileştirdiği şey doğanın ta kendisi, ve insanın tüm diğer ötekileri olduğu gibi doğayı da ehlileştirmek istemesinin sebebi bu bilinçdışı korkular olmalı diye düşünüyorum.

Bu sergide de önceki işlerimde var olan bu meseleleri arkama alarak insan ve doğa arasındaki sahiplik ve tahakküme dayalı ilişkiye, insanın doğayı işgal, istila ve kolonize etme çabasının yıkıcılığına bakıp, bu yıkımın sonuçlarını takip ederek ortak bir yaşam imkânının izini sürmeye çalıştım.

 

Peki işlerinizde hep varolan tekinsizlik hissinin hâlâ süregelmesine ne demeliyiz?

Tekinsizlik kavramını, erken dönem çalışmalarımdan bu yana Ernest Jentsch ve Sigmund Freud’un önerdiği anlamıyla, tanıdık olanın bize yabancılaşması ve bastırılmış olanın geri dönüşü olarak ele aldım ve bilinçaltımızın kuytuda kalan, bastırılmış alanlarına yöneldim. İsmi “Tuhaf ama Tanıdık” (Strangely Familiar) olan ilk sergimden bu yana insan olmanın huzursuzluklarını, bilinçaltı korkuları, gölgeleri ve ‘ben’ ile ‘öteki’ arasındaki çatışmaları mesele edindim.

Benim bakışım ve algılayışımın ötesinde bu konular zaten tekinsiz bölgeler ama bu tekinsizlik hissinde heykellerimin figüratif ağırlıklı olması ve malzeme seçimlerimin de rol oynadığını düşünüyorum.

“Bir döngü olarak düşündüm bütün yerleştirmeyi”

Tohum soyutlamalarınız serginin girişinde bizi karşılıyor. Daha sonra doğa tarafından ele geçirilen bedenleri izliyoruz. Bunu bir tür kopuş, kaybediş ve geri dönüş metaforu olarak okuyabilir miyiz?

Ne güzel okumuşsunuz. Kopuş, kaybediş ve geri dönüş metaforu olarak okuduğunuz döngüselliği serginin kendi zamansallığı olarak düşündüm. Tohumu anıştıran suluboyaları serginin girişine (aynı zamanda çıkışına) konumlandırmam bu yüzdendi. Dönüşümün ilk (ya da son) aşaması olan tohumvari desenleri görerek içeri giriyoruz, sonra bedenlerle karşılaşıyor ve suluboyalarla devam ediyoruz. Sergi neredeyse bir daire çiziyor, ya da içeri/içine doğru kıvrılıyor diyebilirim. Başın ya da sonun neresi olduğunu tam olarak söyleyemediğimiz bir döngü olarak düşündüm bütün yerleştirmeyi.

 

Sergi metninde doğayla olan ilişkimiz üzerinden ortak bir yaşam imkanının izini sürdüğünüz yazıyor. Doğa ile kavgalı mıyız?

Evet, bence doğa ile kavgalıyız. İnsanın doğayı sürekli kontrol etmeye çalışmak, ehlileştirmek ve sömürmek gibi bir arzusu var. Ve insan, ehlileştiremediği her şeyle kavgalı olmuş sanki. Doğa ile ilişkimiz, doğayı ve onun içine kendimizi nasıl konumladığımız, gezegene ve hatta daha küçük ölçeklerde çevremize nasıl davrandığımız… bütün bunlar bana kalırsa oldukça problemli. Kendi istekleri, ihtiyaç ya da arzuları, hatta bencilliği doğrultusunda diğer canlıları, ait olduğu ve içinde yaşadığı çevreyi agresifçe kullanan ve biçimlendiren insan modelinin çok ciddi bir sorun teşkil ettiği açıkça ortada, ve bu sergi de bu meseleyi bir anlamda merkezi bir noktaya konumlandırıyor ve gezegenin kendisi dahil bütün canlılığa saygılı bir ortak yaşam kurmayı öneriyor.

“Sorunlar arasında bir hiyerarşi kurmadan ama aciliyetlerin de farkında olarak…”

Doğa insan arasındaki ilişki irdelenirken daha çok sahiplik tanımlarına rastlıyoruz. Sizce bu antroposen siyaseti bizlerde kalıcı bir farkındalık yaratabilir mi? Yoksa eşitsizlik gibi daha temel sorunlarımızın üstü mü örtülüyor?

Antroposen kavramı etrafında yapılan tartışmaların belirli bir noktada farkındalık yaratabileceğini düşünüyorum ancak bunun yanında kimi tartışmalar da bazen odağı kaçırmamıza, sorunların merkezinde değil, çevresinde dolanmamıza ve sonuçta yine çözümsüz kalmamıza sebep olabiliyor. Bu noktada benim aklıma yatan, sorunlar arasında bir hiyerarşi kurmadan ama aciliyetlerin de farkında olarak farklı kollardan ilerlemek.

Neticede, çevre sömürüsünü emek sömürüsünden, LGBTİ+ hak mücadelesini iklim mücadelesinden ayıramayız, birini diğerinin önüne koyamayız. Her birinin, birbirini besleyen ve güçlendiren mücadeleler olduğunun, bir diğerine kuvvet verdiğinin farkında olarak ilerlemenin önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Sergi tanıtım yazısında Pompei’den kalan kalıntılar gibi deniyor. Pompei kalıntıları magmatik yapıya bağlı özel bir şekilde korudukları için bulunduklarında çok ilginç sanat tarihini değiştirecek kalıntılardı içerdikleri pornografik detaylarla… Oysa bu sergideki bedenler şehvet içermiyor. Pompei benzetmesi ne anlamda yaptınız?

Vezüv Yanardağı‘nın patlaması sonucu 1. yüzyılda küle dönen Antik Roma şehri Pompei, bir heykeltıraş olarak çok ilgimi çekiyor. Kaçmaya fırsat veremeyecek kadar ani bir patlamanın etkisiyle taşlaşan insan ve hayvan bedenleri, görsel olarak inanılmaz etkileyiciler. Öte yandan, bu kalıntılar 17 asır sonra arkeologlar tarafından bulunduklarında, lavdan bir kabuk tarafından muhafaza edilmiş ve artık var olmayan bedenler, içlerine alçı dökülerek ortaya çıkarılıyor. Dolayısıyla bugün gördüğümüz bedenler aslında yokluklarıyla varlar. Bu kalıntılarda hep içe çekilmiş, kendini neredeyse bir cenin pozisyonunda korumaya almış bedenler görüyoruz; kimisi uyur pozisyonda, kimisi yanında aşığına sarılmış, kimisi de kasılmış bu bedenlerde garip bir teslimiyet olduğunu düşündüm hep… Kendi işlerimle tam anlamıyla bir paralellik kurmasam da varlık-yokluk meselesi ve bu teslimiyet hissi üzerinden, sergiyi çalışırken Pompei dönüp tekrar tekrar baktığım bir görsel kaynak oldu.

 

“Temsili figüratif dilden gitgide uzaklaşıyorum”

Bu sergiyi kendi üretiminiz içinde bir kırılma olarak da okuyabilir miyiz temsili olandan çok daha az temsili olana adeta bedenden arta kalana dönüşüm olarak? Buradaki bedenler bedenlerin izi gibi artık beden olamayan gibi?

Heykellerimde temsili olandan daha az temsili olana doğru bir dönüşüm var, haklısınız.

Bu dönüşüm bir heykeltraş olarak kendi fikirsel ve eylemsel yolculuğumun bir fazı; bakışım ve algılayışım, dolayısıyla üretimlerim zamanla değişiyor ve dönüşüyor. Temsili olan figüratif dilden gitgide uzaklaşıyorum.

Diğer yandan bu değişim aynı zamanda serginin kavramsal çerçevesi ile de ilintili. Özellikle bu sergide bireysellikten ve kimliklerden bağımsız olarak, hepimizin hikâyesini anlatan bedenler göstermek istedim, dolayısıyla yüzü silmek ve bedenleri anonimleştirmek sergideki dönüşüm fikri adına önemliydi. Uzuvların azalarak bedenlerin ampüteleşmesi de aynı şekilde.

 

Figüratif neydi ne oldu sizin için?

İşlerim formel olarak zaman içerisinde dönüşüme uğradı, uğramaya da devam ediyor. Figürü bozmak ise bilinçli verilmiş bir karardan ziyade, işlerin bana fısıldamaya başladığı bir şeydi ve özellikle bu sergide bu fısıltı daha da duyulur oldu ve bu işler gerçekten de “böyle istedikleri için” azaldılar, daha az temsili hale geldiler.

Daha önceki işlerimde figüratif figürdü, şimdi ondan artakalan oldu. Arta kalanın sözünü ve gücünü ben de bu sergiyle birlikte keşfediyorum ve temsili olmayanın anlatacaklarına daha fazla kulak kesiliyorum.

 

* Yaşam Şaşmazer’in Zilberman Gallery’deki son solosu “ya da” 19 Haziran’a kadar ziyarete açık.

 

İLGİLİ HABERLER

Ütopyanın Arkasına Saklanan Bir Temsil Biçimi: Dil

“Bir daha böyle bir filme kalkışır mıyım bilmiyorum”

Daha fazla yazı yok
2024-12-03 18:06:47