Geçen hafta Murat Germen ve Orhan Cem Çetin’in son dönem eserlerini yan yana getiren “Hücum ve Ricat” başlıklı sergilerini gezme fırsatı buldum.
Sergiye seçilen ad, iki usta fotoğrafçının zıt görünen imgelerinin mekân içinde dizilişi ve yapıtların yan yana gelişindeki uyum ve uyumsuzluğunun, aslında 2017 Türkiye’sinin çok da açık açık konuşamadığımız ağır realitesi üzere okunmaya açık, geniş bir alt metin taşıdığını düşündüm ve bu düşüncelerimi SanatAtak aracılığıyla sizlerle paylaşmak istedim.
“Şok” Günlerinde Sanat
Baudelaire; sembolist şiirin önemli bir temsilcisi olması yanında modern hareketin ilk eleştirmenidir de.
Şair; modern kentin içinde yaşayanları daha önce hiç yaşanmamış bir “şok deneyimine” maruz bıraktığını söylemiştir. Baudelaire’in tanık olduğu 19. yüzyıl Paris’i yapım-yıkım, barikat ve toplumsal huzursuzluk süreci ile doludur.
Frankfurt Okulu’nun aykırı ismi Walter Benjamin “şok deneyiminin” evrimini iki dünya savaşı aralığında sürrealizmin imgesinde takip eder. Hal Foster ise “şok deneyimi” kavramını, tekinsiz ile travmatik olanın iç içe geçişi olarak sürrealizm ve Freud ekseninde inceler.
2. Dünya Savaşı süreciyle bu belleğe faşizm, totalitarizm ve toplama kamplarının ağır deneyimleri de eklenir. Franco rejiminin bire bir tanığı Fernando Arabal ve Latin Amerika’da neo-liberalizmin acı reçetelerinin tanığı Jodorowsky, maruz kaldıkları çağın imgesini “panik” olarak revize ederler (Daha sonra bu iki avangard sanatçı aralarına Roland Topor’u da alıp Panik Hareketi’ni de kuracaklardır.)
Kuşkusuz; “Şok deneyimi” altındaki süreçlerde sanat üretmek zorlu ve riskli bir süreçtir. Sanatçı bir “şok” ya da “panik” deneyimine tanıksa, olan biten karşısında ne yaptığı, ne yapamadığı ve ne yapmayı seçtiği ya da seçmediği; kuşkusuz o sanatçının sanat üretimine yansıyan estetik ve imge kadar dikkat çekicidir.
Sanat tanık olduğu; şiddet ve kaos ile sarmalanmış “şok” deneyimine hep farklı tepkiler verir. Sanatçı ya kendini kaosun akışına bırakır ve bu akışına karşıt anlamda sloganvari, yer yer provokatif ya da (maalesef) bazen onu hoş görerek; bu akışı eleştiren ya da onaylayan imgeler üretir. Kuşkusuz bu tavrın her iki yüzü de skandala yakındır.
Gerek eleştirel bir provokasyon gerekse de resmî ideolojiyi mahcup bir kabul ile onaylayan her iki bakışta, insanın idrak gözünün bakışını engelleyen ideolojik anlamda angaje bir konuma tekabül etmektedir. Bu iki kötü örnek konum yanında; sanatçı yaşanan kaos içinde, trollemelere karşı serinkanlı, vicdani anlamda herkese eşit, etik anlamda tarafsız ama tarih önünde hakikatten yana taraf bakmak gibi zorlayıcı bir sorumluluk içinde bakmak durumundadır.
Kuşkusuz; her türlü “öteki”leme tavrına karşı, yaşama ön yargılar ile değil vicdan gözü ile bakabilen, algısı, farkındalığı ve vicdanı açık bir sanat pratikleri de mümkündür. Tüm yaşananlara karşı sanat; yaşanan kaosun ardındaki hakikati etik anlamda gündelik yaklaşımlara mesafeli, estetik olarak yadırgatıcı, tinsel anlamda derin, biçim olarak deneyci ve yaratıcı bir dil ile yakalayabilir. Kuşkusuz modern sanatın tarihi bu örneklerin ışıltısı ile doludur.
Bunun yanında yine modern sanat tarihi içinde kaosun yoğun dönemlerinde bazı sanatçıların içsel bir ricat sürecine girdikleri, yaşanan realitenin ağırlığı karşısında sanatlarında tinsel boyutun öne çıktığı örnekler de vardır.
Eleştirel estetik ve tinsel soyutun dansı
Özellikle son 6-7 sene içinde tanık olduğumuz iç ve dış süreçler içinde, Türkiye’de bir yurttaş olarak “normal yaşamı” deneyimlemek oldukça zorlu bir egzersiz haline gelmiştir.
Aşırı maruz kalınan sert gerçeklik mevhumunun sonucu olarak, önce olanlar karşısında şaşırma ve panik eşiğinin yükselmesi, ardından bu kaosa alışma ve onunla yaşama eşiğinin yükselmesini deneyimledik. Özellikle ülkenin salt ekonomik kalbi olmayıp, aynı zamanda kültür-sanat hayatının başkenti kabul edeceğimiz İstanbul şehri, anlatmaya çalıştığım “şok” deneyimini en yakın ve en şiddetli yaşayan merkez olmuştur. Ege’nin sakin ve laik bir sahil taşrasında ya da İç Anadolu’nun muhafazakâr ve dural kasabasında gündemi takip etmek ile İstanbul’da gündeme maruz kalmak kuşkusuz çok farklı deneyimlerdir.
“Hücum ve Ricat” başlıklı sergi anlatmaya çalıştığım bu kaos ortamın merkezindeki İstanbul şehrinde yaşamaya ve üretmeye devam etmiş iki sanatçıyı yan yana getiriyor.
“Hücum estetiği”
Murat Germen; sergi içindeki eserlerinde içerik ve biçim olarak şehrin güncel kaosu ve sosyal sorunlarından yola çıkan bir hücum estetiği oluşturuyor. Bunu yaparken de imgesini slogan basitliğine kaçırmadan, nesneleştirmeden eleştirel bir dil yakalamayı başarıyor.
Bu yapıtlarda İstanbul şehri, maruz kaldığı yıkım-yapım süreçleri ve yaşadığı sosyal huzursuzluklarla başrolde. Germen, şehrin maruz kaldığı kaosu ve yıkımı belgelerken umutsuzluğa teslim olmuyor, içinde yaşanan realitenin taşıdığı dönüşüme dair umudu da yapıtlarında estetik formlara büründürüyor.
Germen’in formda yokladığı avangard dil, tek tek her eserin ismine yoğunlaşan, dilsel bir karşılık da bulunuyor. Özellikle; çektiği fotoğrafları kolajlarken yakaladığı derinlik, çok katmanlılık ve kurgusal beceri öne çıkıyor. Bu montajlar bir çeşit güncel “patchwork” estetiği örnekleri olarak da rahatlıkla ele alınabilir.
Bunun yanında, son olarak Kasım ayında TÜYAP/Artist Ütopya etkinleri içinde, küratör olarak yer aldığım Kara Ütopya’da sergileme fırsatı bulduğum “Voodoo” adlı asamblaj ile sergide tekrar karşılaşmak benim için keyifliydi.
“Soyut bir evren”
Orhan Cem Çetin’in çalışmalarında ise görüntünün “flu”laşıp rengin öne çıktığı, insanın siluet olarak girebildiği, soyutlaşan bir evren öne çıkıyor. Maruz kalınan ülke koşullarında, toplumdan uzaklaşmayı tercih eden bir sanatçının ricat ilamı gibi.
Kuşkusuz; son yılların acı realitesi içinde yazan, çizen, düşünen her insanın içine doğru kıvrıldığı, hissizliğe karşı sessizliği tercih ettiği, ruhsal saflığını ve akıl sağlığını korumak için gönüllü sürgünlüğü tercih ettiği anlar olmuştur. Burada sorun bu “şok” süreçlerine tanık olmanın bizi atalete ve durağanlığa teslim etmemesi, sanatçının kendi içsel algısıyla üretmeye devam etmesidir.
Kuşkusuz, ricat durumu bir çeşit içe dönüş, kendine yakın durmaya çalışan bir tavrın izleğidir. Orada, kendi tinine yaklaşan insanın keşfedebileceği öznellik potansiyeli aynı zamanda bu “tek”lik halinden yeniden toplumsallaşmayı kurabilecek bir iç yoğunluğu da taşımaktadır. Orhan Cem de bu süreçte iç yolculuğunu soyut ve renksel bir evrenin derinliğine doğru ilerletip; doygun bir estetik üretmeyi başarmış gözüküyor.
İki usta fotoğrafçının düetine uzaktan bakarsak; Germen forma Çetin renge; Germen deneye Çetin ruhsallığa, Germen katıya Çetin suya, Germen parçalılığa Çetin tekliğe, Germen şehre Çetin doğaya, Germen toplumsallığa Çetin bireye yakınlaşan birer estetik kuruyorlar.
Sonuç olarak “Hücum ve Ricat”ın rahatlıkla İstanbul’un hareketli yeni sezonun iyi sergileri arasına girdiğini söyleyebilirim.
Son Söz
Ben sergiyi çok sevdim, çağdaş sanat ve şehir ile ilgilenen herkes “Hücum ve Ricat” sergisini 30 Aralık 2017 tarihine dek Evin Sanat Galerisi/Bebek’te izleyebilirler.
Son söz olarak, sergiyi gezeceklere Gündüz Vassaf hocanın sıkı sergi metnini de okumadan geçmemenizi öneririm.
İLGİLİ HABERLER
Murat Germen: Yaşamak bir duruştur, fotoğraf da ona eşlik eder