Alef’i izlerken, Oscar Wilde’ın “Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini” şiirinin dizeleri sıkça kafanızın içinde tekrarlanacak. Çünkü katilin kim olduğu sorusu üzerine kurulan yapımın başkarakterleri de vicdanlarında dolaylı ya da dolaysız ortak oldukları ölümlerin azabını taşıyan yüzler… Ve dizi sıkça hatırlatacak, katilin tek bir katilden ibaret olmadığını…
Dijital platform BluTV ve FX Türkiye kanalının ilk ortak projesi “Alef”, İskandinav polisiyelerinin atmosferinden esinlenen yeni nesil bir polisiye. Türkiye televizyonları İskandinav polisiyesiyle daha önce Killing (Amerikan versiyon da İskandinav yapımı Forbrydelsen’in bir uyarlamasıydı) adaptasyonu “Cinayet” ile tanışmıştı. Nurgül Yeşilçay ve Engin Altan Düzyatan’ın başrolleri paylaştığı dizi ne reyting alabildi ne de olumlu eleştiriler ve 5. bölümde yayından kaldırıldı. Dijital platformlarda izlediğimiz diğer göze çarpan iki polisiye ise “Masum” ve “Şahsiyet”ti, ancak ikisi de “Alef” kadar bize İskandinav değildi. Hem iyi yönleriyle hem kötü yönleriyle…
Emre Kayış’ın senaristliğini yaptığı Alef’in yönetmen koltuğunda, polisiye ve dizi yönetmenliğiyle ilk kez tanışan, ama sinema kariyeri Abluka, Tepenin Ardı ve Kız Kardeşler gibi önemli filmler içeren Emin Alper yer alıyor. Zaten Alper’in kurduğu atmosfer dizinin omurgası, bu sağlam omurga dizinin senaryoda yalpalandığı, inandırıcılığını yitirdiği, temalar arasında kaybolduğu zamanlarda bile bir sonraki bölümü izleme isteğini yerinde tutuyor. Emin Alper’in karanlık İstanbul’u tam da senaryonun istediği İstanbul’u gözlerimizin önüne seriyor.
İskandinavya’nın serin sularından Boğaz’a
Alef, Bron ve Forbrydelsen gibi İskandinav polisiyelerinden fazlaca etkilenmiş bir senaryonun izlerini taşıyor. Çatıda İskandinav polisiyesinin bütün formüllerini alırken konuda tamamen yerelleşiyor. Cinayet ile cinayeti araştıran polislerden biri arasında bir bağ bulunması, her bölüm yeni bir şüpheli listeye eklenmesi, finalde seyircinin daha önce hiç tanışmadığı bir karakterin katil olduğunun ortaya çıkması, katilin sosyal sorumluluk ve sosyal bilinç aşılama isteği gibi özellikle Bron’da rastgeldiğimiz tüm kodlar Alef’te de karşımıza çıkıyor. İskandinav usulü polisiyenin bize adaptasyonu ise işin içine tarikatlar, Mevlevilik, İstanbul’un ve İstanbul kültürünün geçmişinden koparılması, günümüz siyaseti, azınlıklar, İslam’da hoşgörü, torpilin hayatımızda kapladığı yer gibi ana ve yan temalarla gerçekleşiyor. Kayış’ın senaristliğindeki iyi niyete en çok şahit olduğumuz yerler buralar zaten. Günümüzdeki hakim söyleme karşı durabilen, adını vermese de Ensar’ı, Furkan’ı, Gülen Cemiyeti’ni hatırlatan ve bu düzeni eleştiren bir bakışla karşı karşıyayız.
Dizinin en büyük zaafı da yine yerelleşmeye çalışırken belli ediyor kendini. McDonalds’ın Türkiye’de hamburger yanında ayran vermesini andıran, hem yerel hem global bu formül, her zaman çalışmıyor. Çok fazla konuyu bir arada anlatma ve fazla mesaj verme isteği bölümler ilerledikçe odaktan kaymaya neden oluyor. Dizi sadece 8 bölümden ibaret olsa da orta bölümler seyirci İstanbul’un arka sokakların kaybolan başkarakterler gibi kayboluyor. Senaryoda diğer bir problem de diyaloglar… Konuşmalar yer yer Türkçe korsan çeviri hissi uyandırıyor.
Viski içip caz dinleyen Kenan İmirzalıoğlu?
Kadronun en zayıf halkası ise kesinlikle Kenan İmirzalıoğlu. İngiltere’de eğitim görmüş ve yaşamış Dedektif Kemal’in dizi boyunca hepi topu 4-5 İngilizce cümle kurması gerekiyor ama onları bile yerine getiremiyor. Türkçe cümle içerisinde “best-seller” demesi gerektiğindeyse “bestsalır” diye telaffuz ediyor. Oyunculuğunun aksanını telafi edebildiğini söylemekse ne yazık ki mümkün değil. Burada tabii ondan çok, onu viski içip caz dinleyen Avrupa görmüş komiser rolüne seçerek inandırıcılığı daha başlamadan yok eden karanlığı, eleştirmek gerekiyor.
Tam tersine ortağı Dedektif Settar’a hayat veren Ahmet Mümtaz Taylan ise bütün oyunculuk yükünü taşıyan ve hatta taşımak zorunda kalan isim. Zaten Settar dizide katmanlarını görebildiğimiz tek karakter. Çünkü Alef nedense ve fazlasıyla bir erkekler hikayesi. Hatice Aslan gibi önemli bir kadın oyuncu kadroda ancak ne kendini gösterebileceği bir rolü ne de hikayesi var. Melisa Sözen’i ise Komiser Kemal’le aralarında doğan romantik bağın hatırına biraz daha çok görüyoruz.
Sizi hiç babanız öldürdü mü?
Dizinin gerçek başrolü Settar, oğlunun intiharı yüzünden yıllardır kendini suçlayan bir karakter. İlkeli, dürüst, İstanbul Türkçesiyle konuşuyor ve hâlâ tek sesli (olması gerektiği gibi) Türk Sanat Müziği dinliyor. Eski Türkiye’nin bir özeti gibi ama onun bütün kusurları da üstünde. Bize anlatılanlar oğlunu onun öldürmediğini ancak onun ölümüne giden yolun kaldırımlarını döşediğini gösteriyor. Uyuyakalıp kızının boğulmasını önleyemeyen Kemal, geçmişinde hırsla aldığı kararların bedelini ödeyen Yaşar ve oğlunun yasını tutan Semiha da Settar gibi sevdiklerinin ölümün suç ortaklığını vicdanında taşıyor. Tıpkı Wilde’ın dediği gibi herkes öldürüyor sevdiğini… Kimi gözyaşı dökerek, kimi kılı kıpırdamadan… Kendimiz olmamıza, kendi hayatımızı yaşamamıza onay vermeyen ebeveynler öldürmez mi zaten bizi? Ailesi yüzünden istediği bölümü okuyamayan, istediğiyle birlikte olamayan, istediği yere gidemeyenler… Hatta bazen bu yüzden evlat da öldürür ya. Babasının istediği kızla evlenmesini önleyerek hayallerini öldüren Cemal Süreya’nın henüz hayattaki babası için “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?“yü yazıp “Benim bir kere öldü kör oldum” diye yas tutması gibi…
Cinayet Büro Amiri Settar aslında sadece dizinin ve hikayenin kilit karakteri değil. Güvenliği sağlamakla özdeş baba ve polis rolleriyle Settar, devletin sembolü Alef‘te ve dizideki üst alt metni bağlayan köprü. (Jenerikteki Boğaz Köprüsü de sadece İstanbul’un güzelliğini yansıtmak üzere orada değil.) Mistisizmde birbirinin yansıması olan iki dünyayı temsil eden ve diziye adını veren “Alef” Settar’ın ete kemiğe bürünmüş hali. Oğluna sahip çıkması gerekirken onun yok oluşuna sebep olan Settar üzerinden eleştirilen de devlet zaten. Burada fazla okuma yapıldığını düşünenler için açıklayalım. “Alef” aynı zamanda İbrani alfabesinin ilk harfi. Batı Semitik “öküz” anlamındaki kelimeden türediği ve ilk şeklinin de bir öküz kafası olduğu öne sürülüyor. Burada Türklerin geldiği Oğuzları hatırlamamız gerekiyor. Çünkü Oğuz yanlış bir çeviri ve aslı Öküz (öküz gibi güçlü anlamında). Yani, Alef=Öküz=Oğuz. Alper’in ilk filmi Tepenin Ardı‘nı da izlemeyenler için burada bir not daha düşmek gerek. Film yine baba karakterinin devletle özdeşleştiği bir hikayeyi anlatıyordu ve hikaye Türkiye’nin Kürt meselesine bakışının alegorisiydi.
“Babam hiçbir şeyin değişmediğini, sadece biçim değiştirdiğini söylerdi. Bu toprakların insanı yutan bir değirmen olduğunu, kas gücüyle ya da elektrikle çalışmasının hiçbir şeyi değiştirmediğini”
Tetiği çekmemek bizi katillikten muaf tutar mı?
Melisa Sözen‘in hayat verdiği Yaşar, 7. bölümde, “Babam hiçbir şeyin değişmediğini, sadece biçim değiştirdiğini söylerdi. Bu toprakların insanı yutan bir değirmen olduğunu, kas gücüyle ya da elektrikle çalışmasının hiçbir şeyi değiştirmediğini” diyor. Finalde katille tanıştığımızda da benzer bir söylemle karşılaşıyoruz. Ölümünün çok önce bir yangında gerçekleştiğini söylüyor: Yana yana, döne döne, dervişler gibi, Maşukiler gibi, “Pir Sultanlar” gibi… O yangın, 2 Temmuz 1993 tarihinde Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için Ankara’dan Sivas’a giden ve orada yakılan 33 aydına, hâlâ suçluları adaletten kaçırılan Madımak‘a dair bir metafor.
Bu toprakların insanı yutan bir değirmen olduğu cümlesinde de Madımak’ın yanında Dersim, Gezi, Suruç, 1915, 6-7 Eylül gibi evlatlarını koruması gerekirken yok olmasına neden olan baba saklı. Suç ortakları ise tüm bunlar olurken hiçbir şey yapmayan ve sadece seyreden Semiha, yani biziz. Tetiği çekmemiş olmamız bizi katil olmaktan muaf tutmuyor… Koruyamadıklarımız için hayatımızın kalan her gününü vicdan azabıyla geçirmek zorundayız. Ne zaman bir Ali İsmail Korkmaz fotoğrafı görsek gözlerimiz doluyor o yüzden. O yüzden hâlâ Madımak için ağıtlar yakılıyor, 27 yıl sonra bile “Hasret – Hasret Gültekin Türkü Müzikali” gibi oyunlar sahneye koyuluyor. Kaderimiz olan coğrafyamız kederimiz.
Yeni nesil Türkiye polisiyesinde “Alef”
Sinema salonlarında olmasa da Anadolu kasabasının sığlığı ve çıkmazı dışında emek sarf edilmiş kaliteli prodüksiyonlarla karşılaşmak umut verici. Yazının başında da bahsi geçen Masum‘un senaryosu, Şahsiyet‘teki Haluk Bilginer‘in Emmy getiren performansı, Alef‘in cesareti doğru parçalara sahip olduğumuzun en büyük kanıtı. Alef, bütün eksiklerine rağmen, Masum ve Şahsiyet‘le birlikte yeni nesil bir yerli polisiyenin temsilcisi. En çok da ara bölümlerdeki dağınıklığına rağmen finalde her şeyi yerli yerine koyabilmesiyle izlenmeyi hak ediyor.
Alef‘in matematiği “Masum” kadar iyi değil, onun kadar özgün de değil ama ondan bile karanlık. Hakan Günday’ın ulusalcı kalemi, manasız finali ve Cansu Dere’nin yetersiz oyunculuğuyla bezeli, tamamen Haluk Bilginer’in performansıyla ayakta duran Şahsiyet’ten ise çok daha güçlü. Keşke senarist Kayış, bu kadar mesajı bir araya yığmak yerine, karakterleri ve hikayelerini biraz daha derinleştirmeyi tercih etseymiş. Dileyelim ki Kayış ve Alper ikilisi Alef‘in ardından bu kez bir gerilim filmi için bir araya gelsin ve Alef‘teki hataları fark edip dijital platformlarda ne yazık ki henüz hiç görmediğimiz bir yerli gerilime imza atsın. Seyirci olarak buna ihtiyacımız var…