1874’ten bugüne böylece olmuş olan tüm “kötü” olaylar – Osmanlı’nın yıkılışı, savaş, tek parti, kötü demokrasi, darbeler, kötü demokrasi vb.- için de Dr. Abdullah Bey suçludur. Suçu ne midir Dr. Abdullah Bey’in? Suçu elbette ki ölmüş olmak!
“Hiçbir politik iktidar, eğer hafıza kontrolü değilse, arşiv kontrolü olmadan mümkün değildir. İşleyen bir demokratikleşme daima bu temel kriterle ölçülebilir: arşivin kendisine, kurumlaşmasına ve yorumlanmasına katılım ve erişim.” Jacques Derrida
1874 yılında 74 yaşında dünyaya gözlerini kapayan Dr. Abdullah Bey’in naaşı Eyüp Deftar Camii Mezarlığına defnedilir. 1994 yılında bu anıt mezar ve muhtemelen daha birçok mezar üzerine beton dökülerek mezarlığın etrafına yapılan otoyolun altında kalır. Anıt mezarının üzerine beton dökülüp naaşının, İstanbul’un trafik sorununu hiçbir şekilde çözmeyecek bir otoyolun altında kalmasında bir bakıma Dr. Abdullah Bey de suçludur. Hatta, 1874’ten bugüne böylece olmuş olan tüm “kötü” olaylar – Osmanlı’nın yıkılışı, savaş, tek parti, kötü demokrasi, darbeler, kötü demokrasi vb.- için de Dr. Abdullah Bey suçludur. Suçu ne midir Dr. Abdullah Bey’in? Suçu elbette ki ölmüş olmak! Ölmeseydi Dr. Abdullah Bey, ölümsüz olabilseydi, bugün bu ülkede her şey belki de bu kadar “kötü” olmayabilirdi.
Kimdir peki bu Dr. Abdullah Bey? Osmanlı Devlet yetkililerinin ona verdiği unvanla “Numunehane müdürü”, savaştan kaçan bir mülteci, bir felsefeci, bir bilim insanı, bir doktor, Osmanlı Devleti’nde Avrupa’daki benzerleriyle aynı tarihe denk gelecek şekilde halka ve öğrencilere açık ilk Doğa Tarihi Müzesi’nin kurucusu. Dr. Abdullah Bey’in ölümüyle, kuruluşundan üç yıl sonra yani, bu müze çöle düşmüş bir kitap gibi fırtınalarda sürüklenir, yaprakları rüzgarlarda parça parça savrulup dağılır, çölün sıcağında yanar ve kumların arasına gömülüp bir daha ne Osmanlı ne de Türkiye’de tam bir muadilinin olmayacağı şekilde yok olur.
Sanatçı Tayfun Serttaş müzeyle aynı isimde “Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople” sergisiyle kaybolup dağılan bu müzeyi, müzeye dair yaptığı arşiv araştırmalarından yola çıkarak yeniden yorumluyor. Bu serginin amacı daha o tarihte böyle müze açılmış olmasını gündeme getirerek geçmişi yad edip buna methiyeler düzmek değil, doğa tarihi kavrayışının bugünün Türkiye’sinde ve dünyasında ne demek olabileceğini sorgulamak. Bu sorgulamanın önemi, içinde yaşadığımız ülkenin politikadan bilime, düşünce üretim kapasitesinden toplumsal yapılanmanın niteliğine, ekonomik kuvvetin araçlarından toplumsal kimliğin belirlenmesinin kaynaklarına, küresel dünyayla sağlıklı bir entegrasyondan estetik biçim yani sanat üretme yaklaşımlarına kadar birçok alanı kapsıyor. Çünkü söz konusu olan arşiv, ve arşiv toplumsal hafıza demektir, toplumsal hafıza ise bir toplum olarak bugün kim olduğunuz ve ne yaptığınızdır.
Modern toplumda özellikle, arşivin sağlıklı bir toplumsal gelişimin anahtarı olduğu kaçınılmaz bir gerçeklik. Çünkü arşivler hakikatlere ve hakikatlerin yeniden yaratım süreçlerine kaynaklık ederler. Hakikatler ise toplumlar için yaşamsal değerdedir. Hakikatle doğru bir iletişim kuramayan toplumlar hurafelerin ve sistematik mitolojilerin kurbanları olurlar. Kurbanı olurlar çünkü mitolojiler toplumların gerçek yapı, nitelik ve kapasitelerini yarattıkları ilüzyonlarla görünmez kılarak toplumları hata yapmaya sürükler. Nitekim, altın çağ mitolojileri ya da saf ırk mitolojileri baskı rejimlerinin ideolojik aracı olarak Nazi örneğinde olduğu gibi toplumları felakete sürüklemişlerdir. Bugün de IŞİD gibi bir örgütün tarihi eserlere bu denli saldırmasının altında arşivleri yok ederek toplumsal hafızayı silerek kendi altın çağ mitolojisini dayatma isteği yatar. Diğer taraftan, bu serginin bir diğer anlamı da Türkiye toplumunda giderek çok daha fazla görmeye başladığımız evrilen bir Osmanlı mitolojisini sorunsallaştırma kapasitesidir. Dr. Abdullah Bey bir Osmanlıdır ama bu gün iktidarın ideolojik bir yaklaşım olarak sunduğu Osmanlıcılık mitinden ziyade bu mitolojiye birçok yönüyle uymayan bir Osmanlı hakikatidir. 1800 yılında Viyana’da doğan Dr. Abdullah Bey, doğduğu isimle Karl Eduard Hammerschmidt, 1848 yılında dahil olduğu Viyana Ayaklanması’nın ardından bir mülteci olarak Osmanlı devletine sığınır. İstanbul’a gelince Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’ye atanır, fakat Avusturya sefaretinden gelen yoğun baskılar nedeniyle, bu kez Şam’daki bir askeri hastaneye Miralay rütbesiyle tayin edilir. İşte Müslüman olup, Abdullah ismini alması bu döneme denk gelir. Bundan sonra Osmanlı Devleti’nde doktor ve bilim adamı olarak çalışmaları hız kazanır, kendisi bilim tarihimizde jeoloji, paleontoloji ve entomoloji bilimlerinin kurucu ismidir. 1870 senesine gelindiğinde Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane bünyesinde bir “Doğa Tarihi Müzesi” kurmaya memur edilir. Bu fikrin henüz tasarı aşamasında olduğu 1867′de, Dr. Abdullah Bey, Fransız Jeoloji Derneği’nde yaptığı bir konuşmasında; “Doğa Tarihi Müzesi” fikrinin dönemin padişahı Sultan Abdülaziz tarafından çok olumlu karşılandığını, Paris’e geliş nedenlerinden bir tanesinin de ileride kurulacak bu müze için altyapı çalışması yapmak olduğunu dile getirir.
Şunu net olarak söylemeliyiz. Osmanlının bir mitoloji olarak toplumun ideolojisi haline gelmesi yıkım getirir. Çünkü hakikatler intikam alır. Dağılma dönemi dahi Türkiye Cumhuriyeti tarihinden daha uzun ve yoğun bir dönem olan Osmanlı Devleti mitolojilerle değil arşivlerle değerlendirilmelidir. Çünkü, önemli olan arşivler ve bu arşivlerin bugünün dünyasında yeniden yorumlanmasıdır. Ancak böylece tramvalara dayanan ideolojik saplantılardan sıyrılıp sağlıklı bir toplumsal hafıza ve toplumsal yapıya erişilebilinir.
74 yaşında Dr. Abdullah Bey, yakıcı güneş altında bilimsel çalışmalarını yaparken güneş çarpması sonucu rahatsızlanıp, sonrasında hayatını kaybetmeseydi… Ölmeyebilseydi, ölümsüz olabilseydi eğer, bugüne dek süren tüm bir modernleşme tarihinin daha doğru bir çizgide ilerlemesine katkı yapabilirdi. Daha iyi mühendisler, daha iyi bilim adamlarının yetişmesine katkı yapabilirdi. Ve o mühendisler anıt mezarının beton altında kalmamasını da sağlayarak daha doğru yerlerden geçen yollar yapabilir, daha nitelikli ve estetik yapılar ortaya koyabilirlerdi. Tüm bunların yanında Dr. Abdullah Bey’in Kızılay’ın da kurucusu olduğunu söylemeliyiz. Yakın bir zamanda kurucusu olan ismin mezarının akibetinden haberdar olan Kızılay, bunun üzerine 2012 yılında farklı bir noktaya sembolik bir mezar taşı dikmiş. Evet, Dr. Abdullah Bey’in artık adının yazılı olduğu bir anıt mezar taşı var ama gömüldüğü yerden farklı bir yerde, kısa bir süreliğine de olsa bir Doğa Tarihi Müzesi sergisi de var ama yine farklı bir yer ve farklı bir konseptte.
Sergide Tayfun Serttaş sadece Osmanlı’yı değil, kolonyalizmi ve bunun bir bakıma uzantısı olan küreselleşmeyi de sorunsallaştırıyor, içinde yaşadığımız dünyada doğanın tahribini de. Studio X İstanbul’da gidip görmelisiniz… Serttaş, serginin son günü 13 Kasım 2015’te yine müze ve sergiyle aynı “Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople” ismiyle çıkacak ve sergiye göre çok daha arşivsel bir nitelik taşıyacak olan kitabının lansmanını da yapacak.