A password will be e-mailed to you.

Civan Özkanoğlu’nun Nisan 2016’da SALT Galata’da art arda birkaç kez sunduğu Hepimiz Biliyoruz adlı performansını son derece dikkate değer buldum. Hepimiz Biliyoruz canlı anlatı harici birinin (yazar) ürettiği bir metni (aracı nesne) ezberlemiş, prova etmiş ve “sanki doğaçtanmış gibi” ileten alışıldık bir monologcu/meddah anlatısı değil!

“Sanat” adını verdiğimiz etkinlikleri sınıflandırmak istersek (akademik sayfa doldurmak amacıyla değil, fikir oluştururken bir faydası olabilir diye), ben işe genel olarak “aracısız” ve “aracılı” sanatlar diye iki grupla başlamayı öneriyorum. Aracısız derken “canlı” ortamları düşünüyorum: tiyatro, konser, dans gösterisi gibi. Bundaki özgün nitelik, etkinliğin üretilirken algılanıyor olması.

Üretenle algılayan arasına kağıt, kanvas, film, bilgisayar, taş, teyp, CD gibi “avukatların” girdiği sanatlara da aracılı diyorum. Bu aracılar sonradan, farklı zaman ve ortamlarda algılanmak üzere hazırlanmış kayıtlardan oluşuyor: Edebiyat, resim, heykel, fotoğraf, kaydedilmiş müzik, sinema gibi. Aracılar yapıtın üretim ve tüketimini iki ayrı sürece bölüyor, taraflar arasındaki doğrudan etkileşim ortadan kalkıyor.

Çağdaş sanatlardaki denemelerin birçoğunda bu aracısız ve aracılı iletişim yöntemlerinin karışımlarıyla oynanıyor. Basit bir örnek: Bir ressam resmini atölyesine kapanıp tek başına yapmak yerine izleyici önünde, izlenirken yapmayı deneyebilir. Süreç boyunca izleyicinin kendisini yönlendirmesini, önerilerde bulunmasını kabul etse de, sonuçta ortaya çıkacak resim, doğası gereği, interaktif bir ürün olmayacaktır.

Ama resmin üretim süreci, aracısız sanat kategorisine giren bir “performans” olarak nitelendirilebilir. Bu süreç videoya kaydedilip resmin sergilendiği galeride oynatılsa, video ekranının yanıbaşında duran resimden pek bir farkı olmayacaktır, çünkü video da, sonuçta (bir zaman çizgisi empoze etse de) algılayanın varlığından hiçbir biçimde etkilenmeyen bir aracı nesnedir.

Bu konularda böyle düşünen biri olarak Civan Özkanoğlu’nun Nisan 2016’da SALT Galata’da art arda birkaç kez sunduğu Hepimiz Biliyoruz adlı performansını son derece dikkate değer buldum. Civan fotoğrafçı. 2013 yılında, İstanbul Bienali’nin yer aldığı günlerde Tophane yokuşundan inerken sekiz, on yaşlarında çocukların ellerinde artık “eski zaman video kasetleri” diyebileceğimiz profesyonel Beta kasetlerle koşuşturduğunu görüyor, meraklanıyor, peşlerine düşüyor ve iPhone’uyla fotoğraflarını çekmeye başlıyor. Çocuklar ellerindeki nesnelerin ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyorlar, nereden bulduklarını da söylemiyorlar, yalnızca bir parkta toplanıp kasetleri kırmaya, içindeki bantlarla ciddi biçimde oynamaya başlıyorlar, Civan da fotoğraflamayı sürdürüyor. Ardından, tesadüfen şahit olduğu bu olayın izini sürüyor: Çocuklardan kırılmak üzere bekleyen son kaseti yalvar yakar alıyor, dijitale çevirtiyor ve karşısına TRT’nin epeyce tuhaf bir yarışma programı çıkıyor.

Gerisini anlatıp burada öyküyü ele vermek istemiyorum: Yalnızca Civan’ın işi orada bırakmayıp uzun süre yarışma programına katılanların izini sürmeye devam ettiğini ve umulmadık anilikte virajlarla dolu, son derece ilginç bir öykü oluştuğunu söylemekle yetineyim. Söz konusu performans da Civan’ın otuz, kırk dakikalığına bu öyküyü (çektiği fotoğraflar ve bulduğu videodan pasajlar eşliğinde) anlatmasından oluşuyor. İşin benim açımdan en kayda değer yanlarından biri, Civan’ın aktör ya da performans sanatçısı gibi bir yönünün olmaması: Performansı hazırlamasındaki öncelikli dürtü, şahit olduğu, “başına gelen” bu ilginç olayı başkalarıyla paylaşma isteği. Bir kebapçıda arkadaşlarına “dinleyin, bakın ne oldu…” diye başlayan doğallıkta bir anlatı olarak görebilirsiniz (Civan elini kolunu usulünce kullanan, muhabbete meraklı bir Adanalı olduğu için “kebapçı” diyorum). “O zaman otursun kebapçıda arkadaşlarına anlatsın, fotoğraf ve videoları da cep telefonundan gösterir, neden bir kuruluşta, organize bir formatta sunuyor?” denebilir ve bu yersiz bir soru olmaz.

Hepimiz Biliyoruz’un bir sanat merkezine davet edilmesinin nedeni, anlatılan öykünün çok ilginç olması değildi.

SALT’ın da ilgisini çeken, Civan’ın fikrinin organize teatral sunumlar ve performans sanatı konusunda üstünde düşünmeye değer, “meta” düzeyde birtakım katmanlar içermesiydi. Hepimiz Biliyoruz canlı anlatı harici birinin (yazar) ürettiği bir metni (aracı nesne) ezberlemiş, prova etmiş ve “sanki doğaçtanmış gibi” ileten alışıldık bir monologcu/meddah anlatısı değil. Teatral performanslarda görmeye alıştığımız kişilik ve hüner sergilemesi de, simgesel, mimetik öge kullanımı da yok. Temelde, bir adam çıkıp şahit olduğu ilginç bir olayı fotoğraf ve video görüntüleriyle kanıtlayarak anlatıyor ve kendini öyküyle dinleyen/izleyen kişiler arasına mümkün olduğunca sokmamaya, izlediği bir performansı aktarmaya çalışıyor.

“Kimin, neyin performansı?” diye soracak olursak bence dışıyla, içiyle, manyetik bantlarına kayıtlı görüntüleriyle “Beta kasetlerin performansı”: Kasetler önce çocukların ellerinde, ne olduğunu anlayamadıkları garip plastik kutular olarak beliriyor. Ardından, her kutunun içinde metrelerce uzunlukta bant sarılı olduğunu keşfediyorlar ama onlar için video bandının tuhaf bir şerit ya da kurdeleden öte bir anlamı yok: Bantları çıkarıp önce parkta ağaç, salıncak, heykel ne varsa doluyorlar, ardından ateşe tutunca ne olacağını merak edip kolay tutuştuğunu görüyorlar ve bantları toplayıp yakıyorlar. Tesadüfen buldukları nesnenin gizemi çocukları meraklandırıp “oyun”a yöneltmiş oluyor (ki bu benim gözümde bütünüyle saf, katıksız “sanatsal” dürtüdür).

Civan tesadüfen rastladığı çocukların başlattığı oyunu sürdürüyor: Manyetik video bandının birileri tarafından kaydedilmiş görüntü ve ses içerdiğini bildiği için kurtardığı tek kaseti deşifre etmeye, ardından da karşısına çıkan içeriği eşmeye, daha teknik anlatımla “birilerinin bir nesne aracılığıyla ilettiği metni okumaya” koyuluyor. “Bir plastik kutu olarak kaset”ten, “görsel/işitsel bilgi kaydı olarak kaset”e yol alınmış oluyor.

Civan’ın izleyen/dinleyenleriyle yüz yüze gerçekleştirdiği anlatısında başka bir kayda değer nokta, gösterdiği fotoğraf ve videoların alışılanın dışında bir işlev üstlenmesi oluyor. Bir aracı olarak fotoğraf, üretim aşamasıyla bağlantısı kopmuş, herhangi birileri tarafından, herhangi bir yer ve zamanda, ne süreyle bakılmak istenirse o kadar bakılsın diye dolaşıma sokulmuş bir nesnedir. Genelde fotoğraf, yanıbaşında durup hikayesini anlatan fotoğrafçısıyla birlikte dolaşmaz.

Hepimiz Biliyoruz’da kullanılan fotoğraflar, bir bakıma, habercilikteki belgeleme işlevini üstlenmiş oluyor. Civan’ın elindeki videoyu nasıl kullanacağı konusunda epeyce bir düşündüğünü biliyorum. Sonuçta, videodan seçtiği on beş ayrı pasajın her birini ayrı bir televizyon ekranında göstermeye karar verdi. Ben bunun performansın “ne ise o” yönünü bozabileceğini düşündüm ama Civan’ın on beş ayrı tipte ev televizyonu kullanma ve sırası gelen pasajı gösterdikten sonra sesi kapatıp görüntüyü sürdürme fikri bu sorunu çözdü sanıyorum. Bu yöntem videoyu da fotoğraflar gibi belgeleştirdi ve videonun aykırı olayların art ardalığını normalmiş gibi gösteren zaman çizgisi yanılsamasını kırdı. Sanat kanonu düz değil, son derece zikzaklı bir çizgi izler ve bu zik ve zaklar da genellikle standartlaşmış kalıplara uymayan, beklenmedik, küçük çaplı işlerden oluşur.

Hepimiz Biliyoruz da sahnesiz, koltuksuz bir mekanda yer alan, kısa süren, ayakta izlenen, ücretsiz bir performanstı ve belki de bu nedenden umduğum kadar dikkat çekmedi. Ben bu işin sanatlardaki aracılı/aracısız iletişim yöntemleri konusunda düşünmeye, konuşmaya iten, performans kavramını sorgulatan önemli yönleri olduğu kanısındayım ve Civan’ın bu performansı sunmaya devam edeceğini umuyorum.




Daha fazla yazı yok
2024-12-22 06:56:46