A password will be e-mailed to you.

"… gazeteci Çınar Oskay’ın Gezi’nin seneyi devriyesine denk gelen dönemde, kısa süre önce yayınladığı ‘Haziran: Gezi ve Şehrin En Güzel Yazı’ adlı kitabını okumaya hazırlanırken …… biraz önyargılıydım."

 

Haziran: Gezi ve Şehrin En Güzel Yazı

Geçen yıl bu vakitler, Gezi Direnişi’nin üzerinden henüz çok da fazla zaman geçmemişken, piyasada birbiri ardına Gezi ile ilgili kitaplar yayınlanmaya başlanmıştı. Bunların kimisi İstanbul sokaklarına yazılan sloganları biraraya getirmiş, kimisi fotoğraf albümü olarak hızlıca kotarılmış, günü kurtarmak istercesine özensizce çıkmıştı piyasaya. Öyle ki, hamaset edebiyatı diye bir tür varsa, rahatlıkla buna dahil edilebilecek kitaplar da vardı aralarında.

Gezi hakkında daha sonraki günler ve aylarda pek çok kitap, inceleme, analiz, fotoğraf albümü yayınlandı. Önemli bir bölümü de o ilk rüzgarda raflarda yerini alanlar arasından sıyrılarak analiz yetisiyle, özeniyle, hamasete bulaşmamaya gayret eden emek yoğun içeriğiyle kalıcılaştı.

İtiraf etmeyelim ki gazeteci Çınar Oskay’ın Gezi’nin seneyi devriyesine denk gelen dönemde, kısa süre önce yayınladığı  ‘Haziran: Gezi ve Şehrin En Güzel Yazı’ adlı kitabını okumaya hazırlanırken bu açıdan biraz önyargılıydım. Ama okumaya başladıktan kısa süre içinde yanıldığımı gördüm. Gezi’yi ilk günlerindeki heyecanıyla olduğu kadar aklı başında analizler ve tanıklıklar üzerinden anlamaya çalışan ve daha önemlisi her geçen günün bir öncekini hızla unutturduğu bu ülkede zihinlerimizi tazelemeyi başaran bir çalışma ‘Haziran’.

Evet, Gezi başlangıçta ütopikti. Evet, daha önce birbirlerinden habersiz, birbirine duyarsız çok farklı yaşam tarzları ve kimliklere sahip insanlar bir parkta buluşmuş; polisin gaddarlığına, şiddetine karşı birbirlerine kalkan olmuşlardı.  Peki, bu bir devrim miydi yoksa geçen Haziran topu topu iki hafta süren bir ütopya mı?

Geçen yıl bu vakitler Cihangir’in barikatları arasında, önceki gecenin sıcak çatışmalarının ateşi henüz tüterken dolaşırken ve sonrasında da hep bunu sorduk kendimize. Peki, şimdi ne olacak?   Evet belki cevabı olmayan bir soruyu dillendiriyorduk;  sonra bu ülke topraklarının görüp görebileceği en muzip, en kendiliğinden, en korkusuz duvar yazılarına bakıp umudumuzu da kaybedersek geriye ne kalır diyorduk… İşte bu kendimize en çok sorduğumuz sorular üzerine bir çeşit zihin cimnastiği olarak da okunabiliyor ‘Haziran’. 

Oskay’ın Gezi süresince ve sonrasında Zeki Demirkubuz’dan İhsan Eliaçık’a, Roger Waters’dan Slovaj Zizek’e, 68’li devrimcilerden Öğrenci Kolektifleri’ne pek çok isimle yaptığı röportajlardan oluşuyor kitap.  Önsöz Bülent Somay’a, sonsöz ise Gündüz Vassaf’a emanet edilmiş. Oskay, Gezi olayları süresince burada olup bitenlerle yetinmeyip Brezilya’nın favelalarına, Antakya’ya, Ankara’daki ODTÜ direnişine uzanmış;  emek dolu bir saha çalışmasıyla Gezi’ye dair hem memleket içinde hem de dışındaki haleti ruhiyeyi eş zamanlı aktarmaya çalışmış.

Evet, Gezi bu memleketin başına gelen belki de en sarsıcı deneyimlerden biri ve öyle olmaya da devam ediyor. 31 Mayıs 2013 akşamından bu yana hiçbir şey aynı değil; hiç kimse durduğu yerde değil. Bugün Soma’dan Lice’ye, Antakya’dan Ankara’ya nerede şiddet ve baskı varsa orada yaşamaya devam eden, itirazını yükselten bir ses var artık. Kimi kalemşörler Gezi’deki bu olağanüstü deneyimi hala ve ısrarla darbe demagojisi üzerinden görmezden gelmeye devam etse; insanların demokratik haklarını kullanması muktedirle göğüs göğüse çarpışma anlamına gelse de bu ülkenin bireyleri itiraz etmeyi; ‘baba’ya karşı seslerini yükseltmeyi öğrendiler artık. (Laf babadan açılmışken kitapta Bülent Somay’ın verdiği ‘’Baba, oğullarının başkaldırdığına inanmaz, kışkırtıldıklarını sanır’ başlıklı röportaj olan bitene Eski Yunan’dan bugüne psikanalitik açıdan bakan önemli bir analiz, okunmalı…)

Türkiye’nin 68’i, Türkiye’nin ‘Arap Baharı’ …. adına ne dersek diyelim, siyasi, kültürel, toplumsal tüm paradigmaları sarsan bir deneyimden bahsediyoruz. Evet, Oskay’ın da altını çizdiği gibi Gezi geçen yıl değil de bugün olsa belki Emek Sineması o kadar kolay yok edilemeyecek, İnsanlık Anıtı Başbakan istiyor diye pat diye yıkılamayacaktı. Varsayımlar üzerine konuşmak yararsız görünebilir ama şu da var ki bu memlekette artık tedavülden kalktığı sanılan itiraz kültürü muktedirin karşısında kayıplar verse de bir defa kökünü bulduğu için artık öyle kolay kolay yok edilemeyeceğe benziyor.  ‘Haziran’, son yıllarda memleketin başına gelmiş bu en unutulmaz deneyimi serinkanlı analizler eşliğinde hatırlamaya ve sindirmeye iyi bir vesile.

 

‘Haziran’ Tadımlıkları

‘’Ben Recep Tayyip Erdoğan’ı anlayabiliyorum. Güç ve iktidar duygusuna bir sanatçı olarak, Nietzsche ve Dostoyevski okuyan biri olarak sıradan bir yerden bakmam mümkün değil. Fakat anlamadığım bir şey var. Ahmet Davutoğlu’yla, İdris Küçükömer üzerine, demokrasi ve sivilleşme üzerine 15-20 kişi panel yaptık. Nabi Avcı Milli Eğitim Bakanlığı’na geldiğinde çok sevindim. Değerli bir entelektüel. Abdullah Gül’ün Dostoyevski okuduğunu biliyorum. Bülent Arınç’ın göründüğünün aksine kendine has bir entelektüel olduğunu ve bir vicdanı olduğunu biliyorum. Biz Arınç ile, bu insanlarla otursak Ecinniler’i konuşabiliriz. Karamazof Kardeşler’i konuşabiliriz. Smerdyakov’u anlayabiliriz. Benim anlamadığım şu: Bu insanlar bunca okudukları, bunca yazdıklarından sonra bütün hayat bilgilerini bir kibre nasıl emanet edebiliyorlar?’’ (Zeki Demirkubuz)

***

‘’Hangi vicdanla bu çocuğa elleri kalktı. Rahat uyuyabiliyorlar mı? Onların evlatları yok mu? Bu yaşıma kadar bir tokat bile atmamışken onlar öldüresiye dövdüler. 37 gün hastanede yattı, he iyi olacak diye bekledim o kapıda. Maalesef olmadı. Zalimlerin darbesine yenik düştü. Benim oğlum hava solumuyor. Oğlumu geri getirmeyecek ama o zalimlerin yakalanması bir nebze olsun rahatlatır beni. Onlara bu yolu verenlerin, onlara darp edin diyenler, bu çocuğun fotoğrafını görünce içleri, vicdanları sızlamıyor mu?’’ (10 Temmuz 2013’te Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz)

***

‘’Gezi direnişine yol açan siyasal buyurganlığı değil, aksine hızla siyasallaşan tepki sürecini dikkate aldılar. ‘’Üç beş çanak çömlek, üç beş çatal bıçak’’ söyleminden ‘’üç beş ağaç’’ söylemine geçmek zor olmadı, tıpkı TOKİ evlerinin çevreye uygun olup olmadığıyla değil, ucuz olup olmadığıyla ilgilendikleri gibi. Kimseyi kınamamalı, insanlar eşyaya iki açıdan bakarlar, ya duyarlılıkları açısından; ya çıkarları açısından. Ödenen bedelin hepimizin ortaklaşa ödeyeceğimiz bir bedel olduğu anlaşıldığı gün, bu duyarlılıklar da ister istemez değişecektir, üstelik her iki taraf için de.’’

 


(Dücane Cündioğlu- ‘Muhafazakar kesim Gezi olaylarına nasıl baktı’ sorusuna yanıtı)


‘’…Gerçek köktendincilere saygım var. Amerika’daki Amish’ler, Tibetli Budistler… Onlar bizi kıskanmaz. Dostça bakar. Nefret etmez. Sadece biz Batılıların aptal olduğuna inanırlar. Beni gıcık eden sahte radikallerdir. Nefretleri kendilerine gerçekten güvenmemelerinden kaynaklanır. Onlar yeterince köktenci değildir, gerçek inançlı da değildir. İslam’a ne kadar dostça yaklaşırsak bizden o kadar tiksinirler. Çünkü bizden tam da bu yüzden, özgürleşmiş, rahat hayat tarzımız yüzünden nefret ederler’’ (Slavoj Zizek)

 

 

 

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 17:22:31