İstanbul Rotary sanat yarışması birincisi Ahmet Albayrak ile güncel sanat, çağdaş sanat gerilimini, akademik hayatını, hareketli imajları konuştuk.
Proje4L’deki Rotary Sanat sergisi birincisi olarak günümüz üzerine düşüncelerini merak ediyorum. Günümüz sanatı deyince aklına ne geliyor?
Günümüz sanatı esasında benim için terminolojik bağlamda hiçbir şey ifade etmiyor. Uğraşmaya, “birtakım şeyler yapmaya”, üretime, pratiğe gönülden bağlıyım. Bunlar sanat olarak da tanımlanmış şeyler değil açıkçası. Bir ortam, ağ ve müessese olarak günümüz sanatının ya da şu an sanatın tüm sorunlu hallerine rağmen artık daha elverişli ve her anlamda çok iyi platoları olduğunu düşünüyorum. Merkezlere olan ihtiyaç birincil anlamda azaldı. Eksenin genişlemiş ve olasılıkların artmış olması bireyi, sanatçıyı, ağı yeniden kodluyor. Çok aktif bir enerji var. Bu enerji en geleneksel araçlarla da inanılmaz bir etki bırakıyor. Ama şöyle bir kontrast da yok değil; bu enerjinin kullanımı ve farkındalığı yeterli mi? Belki de şimdilik bu iyi bir şey.
Benim atölye arkadaşım olarak harf takıntın çok eskilere master yaptığın zamanlara dayanıyor. Harf demek dil demek mi? Düşünmek demek mi? Harflerle iş yapmak aslında başka bir dil konuşmayı denemek mi?
Harf demek lineer anlamda dil demek kuşkusuz. Atölyede ilk işlerimdeki harf olgusu senin de hatırlayacağın üzere bir hesaplaşma ve tanımlama üzerine giden bir arayış içeriyordu. Lakin ben harflerden, kelimelerden çok “okuma fişinin” kendisi, formu ile direkt bağlantıya geçmek istedim. Bu bir çarpışma gibiydi. Dilin kendisi ilk etapta politik işlerle olgun bir atılım gösterdi, daha sonra ise okuma fişlerinin yapısal formu dijital olan yapısal bir forma dönüştü. Her ne kadar bu serüvene “ilkokul okuma fişleri” ile başlasam da birbirinden oldukça farklı alanlarla çalışıyorum. Ama evet, her ne olursa olsun sonuçta başka bir dilden konuşmayı da denemiş oluyoruz.
Marmara’dan mezun olduktan sonra Anadolu’ya gittin. Merkez dışında yaşıyor, öğretim üyeliği yapıyor ve üretiyor olmanın avantajları ve dezavantajlarından bahsedebilir misin?
Sadece Anadolu’da değil Paris ve Barcelona’da da yaşadım ve ürettim. Elbette İstanbul’u özlüyorum; uzun yıllar yaşadığım, üretim yöntemlerimin, olgunlaşmanın, tecrübelerimin demlendiği bir kent. Kayseri ise adını hala koyamadığım etkileri olan, üretim olarak şu an benim için ilk sırada yer alan, fısıltılı bir sarsılma ya da çarpışma alanı konumunda, tuhaf… Burada doğup büyümenin sanatım için stratejik bir önemi var ve yine yeni çalışmalara başladık bile… Evet bir de akademik bir maceram da var.
Akademisyenliğin tanımının ve pratiğinin iyice negatif olarak muallaklaştığı şu dönemde hele ki sanat fakültesinde akademisyenlik yapmanın çok daha farklı sorumlulukları olduğunu deneyimledim. Güzel sanatlara inanmıyorum, hiç bir zaman da inanmadım. Çok daha farklı ama bir o kadar da bize daha yakın ara yollarla öğrencilerimle ortak bir mübadele alanı oluşturmaya gayret ediyorum. Klasik anlamda sanat merkezlerinden uzak olmanın yarattığı bir kısmi boşluk her zaman söz konusu olacak.
Bu boşluk sanatı öteliyor denilebilir; buna karşı bir pozisyon almak zorundasınız. Üretimi ciddi oranda tetikleyen bir yaşam var lakin hareket alanı yok. Fakültede öğrencilerle bilgiyi ve sanatı paylaşmaktan daha öte kentte bazı şeyler yapmak gerekiyor. En büyük avantaj zaman; gün sanki burada benim için 30 saat gibi işliyor. Sanki zaman ağırlaşıyor. Bazen günübirlik İstanbul’a kaçıp gecenin bir yarısı Kayseri’ye döndüğümde havaalanında daha sabah bıraktığım arabama binerken sanki 15 gün geçmiş gibi hissediyorum.
Videodan bir araç olarak beklentin nedir? Yani hareketli imajdan?
Video ile haşır neşir olurken tüm teknik olanakların bünyesine inerek yazılımsal varlığını da sorguladığım bir dönem olmuştu. Sanırım bu daha çok küçükken ve okumayı bile bilmiyorken bilgisayarla ve Basic dili ile “görsel” anlamda tanışmamla ve pratik yapmamla başladı. 80li yıllarda Kayseri’de bilgisayarın varlığı ise şok edici derecede önemli bir şey. Bu beni açık bir şekilde daha okumayı bile bilmeden dijital alana soktu. Çok daha sonraları bu durum doktora sürecinde teknik olasılıkları iyice sindirmemle sonuçlandı. O sindirmeye şimdi şöyle bir baktığımda yeterince iyi bir şekilde sonuçlanmadığını görüyorum. Video, yazılım ve sayısal araçlarla olan üretimim akademik sayılan analizcilik ile birleşti ve bir “uzman” kaygısına taşındı. Tekniğin doğasına iyice yerleşmek beni video ve fotoğrafta uzmanlaştırınca esas kaygılarımı, uğraşlarımı, üretmeyi, işlerimi sıkıntılı bir süreçten çıkarmam zor oldu. Ne zaman ki uzmanlığı bir alt katmanlara bıraktım, birtakım şeyler yapmaya geri döndüm o zaman kendimi tekrar farkettim.
Hayatımızdaki ekranların haraketli imajların çokluğundan bir sanatçının ifade biçimleri ne kadar nasibini alıyor? Seni nasıl etkiliyor?
Çok ciddi oranda nasibini alıyor. İmajların çokluğu birey olarak sizde bir basınç yaratsa da benim için yazılım olarak değer taşıyor. Yazılım (software) en önemli ve başdöndürücü bir araç olarak resim disiplininde bile büyük ve ender sayılan etkiler yaratıyor. Hem de silbaştan durumlar yaratmak zorunda da değilsiniz. İçeriğin ve bağlamın her zaman en önemli bileşen olduğundan sanırım bahsetmeye gerek yok.
Hayatta en vazgeçemediğin ekran hangisi mesela? Cep telefonu, ipad? PC? Mac? Vapurdaki ekran? Uçak? Resim?
Esasında temel disiplinim resim. Tuval ve boya ile halen çarpışıyorum. Daha önce de belirtiğim gibi dijital alana, ekrana, görüntüye şu panel formuna küçüklükten beri özel bir hayranlığım var. Gerçekten çok seviyorum, müthiş bir şey; saydıklarından “Imac” benim için artık hayatta vazgeçilmez bir ekran…
Kavramsal sanatın Art and Language ayağıyla kendi işlerini nasıl ilişkilendiriyorsun? Öte yandan heterodaksik bazı geleneklerle hurufilik gibi işlerini ilişkilendiriyor musun?
Heterodoksik gelenekler ve hurufilik ilginç. Aslında kısmen bir dönemki arayışa ve sorgulamaya bağlı işlerimi ilişkilendiriyorum ama o dönem çıkardığım işlerle kendim arasında bir dünyevi uyuşmazlık farkettiğimden dolayı dili birincil anlamda terkettim diyebilirim. Art and Language hiç bir zaman benimle ilişkili olmadı. Haddinden fazla kurallı, aşırı totaliter olduğunu düşünürüm. Çok özel bir alan olduğu için ciddi bir sınırı da var ve sınır bence onların en büyük zaafı da bu olmuş oldu. Kelimelerle, anlamla ve dil ile olan ilişkim doğrudan semiyotik bir durum içermiyor. Bununla ilgilenmiyorum. Kelimelere bağlı olmayan bağlamlar ilk sırada olmak üzere görüntü ve formla ilgili kaygılarım da sürüyor.
Çağdaş ve güncel sanat arasında gidip gelinen, sonra bu gerilimin yatıştığı bir kuşağın sanatçısı olarak gönlün hangisinden yana? Çağdaş olmaktan mı güncel olmaktan mı?
Gönlüm birtakım şeyler yapmaktan yana. İkisinden de olabilir; Uyumadan önce iki ölçek çağdaş, yarım ölçek güncel….
Mirasçısı olduğunu söyleyebileceğin senden önceki kuşaklardan sanatçılar var mı? Ya da bir sanatçı?
Mirasçısı diyemem ama Vik Muniz, Eric Fischl daha eski olarak Edward Hopper, Francis Bacon gibi isimler benim için daha özel bir konumda.