A password will be e-mailed to you.

"’True Detective’, özellikle 90’ların sinema polisiyelerinin kesin çizgilerle tanımladığı seri katil hikâyelerini, o günlerin kahramanlarını sorgu odasına çektirerek ve o kahramanları bize/seyirciye sorgulatarak eski bir defteri yeniden açıyor."

ABD televizyonlarında polisiye türünün adeta şekil değiştirdiği bir dönemdeyiz. Üç yıl önce AMC kanalının The Killing’i yayına sokmasıyla başlayan, ardından FOX’un The Following’i ve NBC’nin Hannibal’ıyla giderek belirginleşen bir süreç var ortada. Her bölümde ayrı bir vakanın işlendiği, epizodik bir anlatıyla ilerleyen ve izleyicisine “Belki anlamamışsındır, dur tekrar anlatayım” tavrıyla yaklaşarak ortada çözülmemiş bir gizem, kapatılmamış bir kapı bırakmayan CSI dizileri bir bir iptal oluyor artık. Bu iptallerin sebebi, reyting gerçeğiyle tabi ki doğrudan ilgili. Bu diziler, uzun bir süredir yayında ve bu sebeple ömürlerini tamamlamış olabilirler. Fakat ilginç olan nokta, kanalların bu CSI’ların yerine yeni CSI’lar koymayı tercih etmiyor oluşu. Bunun yerine kanallar, klasik polisiye türünün kodlarıyla bezenmiş, tek bir vakayı bütün bir sezona yayan ve sinema filmi estetiğine yaklaşmaya çabalayan yeni projeleri destekliyor. Bu da zaten Amerikan televizyonlarının, polisiye türünü tv formatında yeniden tanımlıyor olduğu saptamasını güçlendiren elimizdeki en önemli veri. İşte bu yeniden yapılanma süreci son hızıyla sürerken, AMC’den önce yayın kalitesi ve prestij konusunda kendine rakip tanımayan HBO da iddialı bir polisiye yapımla, True Detective ile çıktı karşımıza. Peki, “Bu yeni polisiyeler içinde fazladan bir polisiyeye daha ihtiyacımız var mıydı? Bunun nesi yeni?” diyorsanız, True Detective’in yaratıcılarının tam da istediği soruları soruyor olabilirsiniz!


Kahramanları sorguya çekmek

Gizemli cinayet teması, polisiye hikâyelerin sıkça kullandığı bir şablondur. True Detective de bu şablon hikâyeyle açıyor perdesini. Bir cinayet davasını incelemek için olay yerine gelen “kahraman” polislerimizle tanışıyoruz hiç vakit kaybetmeden. Rust Cohle (Matthew McConaughey) ve Martin Hart (Woody Harrelson), ortaklıkları yeni onaylanmış birbirlerine taban tabana zıt iki dedektif. Rust, kasabanın yeni çocuğu. Titiz çalıştığı, az konuştuğu ve kara kaplı koca bir defteri olduğu için isim takmışlar ona; “vergi memuru” diyorlar. Martin ise eski toprak. Düz, kaba saba, ama konuşmayı iyi beceriyor; herkesin sevgilisi.

Tüm bu hikâye bizim için oldukça tanıdık aslında. Daha önce pek çok kez dinlediğimiz bir hikâyeyi anlatıyor bize True Detective. Sıra dışı olan şey ise, bu bildik hikâyeyi bize bizzat kahramanlarımızın anlatıyor oluşu. Evet, Martin de Rust da sorguya çekiliyorlar. Sorgulamaları da birer dijital kameraya kayıt ediliyor. Bahsedilen seri katil vakasından on yedi yıl sonra yapılan bir sorgulama bu. Sorgulamanın nedenini ve kameranın arkasındaki polislerin niye 1995 yılında işlenen bir cinayeti yeniden masaya yatırdıklarını bilmiyoruz. Hikâyenin bir kısmını Rust, bir kısmını da Martin anlatıyor bizlere. Anlattıkları kısımları da geri dönüşlerle izliyoruz. True Detective’in bu sıçramalı kurgu tercihi, ilk bakışta sadece hikâyeyi zenginleştirmek adına yapılmış bir hamle olarak görülebilir. Ancak derinlemesine incelediğimizde, bunun o kadar da basit olmayabileceği gerçeği hemen gün yüzüne çıkıyor. Dizinin böyle bir yapıyı kullanmasındaki temel mesele, tam da yazının başında bahsettiğimiz polisiye türünün, televizyondaki değişimiyle doğrudan ilgili.

True Detective, özellikle 90’ların sinema polisiyelerinin kesin çizgilerle tanımladığı seri katil hikâyelerini, o günlerin kahramanlarını sorgu odasına çektirerek ve o kahramanları bize/seyirciye sorgulatarak eski bir defteri yeniden açıyor. Bu dizi, adeta “Bu hikâyeyi iyi bildiğinizi biliyoruz, o halde son bir sınava var mısınız?” diyor izleyicisine. Hemen burada, henüz ilk bölümün son sahnesini hatırladığımızda bu tavrın ne denli bilinçli bir şekilde uygulandığını anlayabileceğimiz önemli tercihlere rastlıyoruz. Rust’ın, katilin aslında kahramanın kendisi olabileceği gibi türün sık kullanılan bir klişesini kendi cümleleriyle çürütmesi ve doğrudan sorgulayanlara/izleyicilere yönelip “Doğru soruları sormaya başlasanız iyi olur” diye çıkışması dizinin farkındalığının en açık göstergesi. Bu kendi kendinin farkında olma durumu da dizinin, izleyecisine daha talepkar davranması sonucunu beraberinde getiriyor tabi. True Detective, CSI’larla büyümüş bir tv nesline, bu yeni düzende hazıra konmalarının ya da çabucak sonuca varmalarının artık mümkün olmadığını söylüyor adeta. Onlardan sabırlı olmalarını, ayrıntıları atlamamalarını ve vakayı dikkatle izlemelerini istiyor. İzleyicisini vakaya dâhil ederek, olayı çözmek istiyorlarsa “hakiki birer dedektif” olmaları gerektiğini ileri sürüyor. İşte tam da bu noktada, Martin ve Rust’ın sorgu sahnelerini, hikâyenin başlarında sorguya çekilirken kaydedildikleri kameranın objektifinden görüyor olmamız, sonrasında da hikâyeye dair ayrıntılar ortaya çıkmaya başladıkça önce o objektiften dışarı çıkmamız, dizi ilerledikçe de sorguyu daha geniş kamera açılarıyla görüyor olmamız seyircinin vakaya dâhil edilişinin görsel bir karşılığı oluveriyor. Seyirci sabrettikçe ve olayı çözmeye çalıştıkça dizinin de alanı genişliyor bu sayede. Tüm bu özellikleriyle True Detective, gerek zamanda sıçramaları, gerek anlatıcısının değişmesi, gerekse izleyiciden dikkat talep etmesiyle bir dedektiflik öyküsü yapbozu olmayı başarıyor.


Güneye yolculuk

Sinemadaki 90’lar polisiye öykülerini incelediğimizde, bu filmlerin mekan olarak kendilerine çoğunlukla mega kentleri ve büyük şehirleri seçtiklerini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Jonathan Demme’in polisiye klasiği The Silence of the Lambs (1991) ya da David Fincher’in çıkış filmi sayılan Seven (1995) gibi 90’larda üretilmiş pek çok örnek, anlattıkları seri katil öyküsünü bir kent üzerinden anlatır ve anlatısında kent yaşamının acımasızlığına dair bir şeyler de söyler. Peki, “Madem True Detective 90’lar sinema polisiyelerine öykünüyor, öyleyse niye büyük şehirde geçmiyor?” sorusu da burada doğuyor işte!

True Detective’in, hikâyesinin, kendine mekân olarak Amerika’nın güneyini, yani taşrasını seçmiş olması oldukça anlamlı aslında. Çünkü dizi,  seyircilerin 90’larda sinemada izledikleri şehirde geçen polisiye hikâyelerin bir de taşrada geçen versiyonunu sunuyor izleyicisine. Adeta bu hikâyeleri format olarak sinemadan tv’ye transfer ederken, mekân değişikliğini belirleyici bir unsur olarak kullanıyor. Kent, sinemaysa taşra da televizyondur diyor bir bakıma. Burada Rust karakterinin kentten taşraya tayin edilmiş/sürülmüş olması da belirleyici bir öğe. Rust, yıllarca şehirde görev yapmış, deneyimli bir polis. Biz de zaten onun nasıl biri olduğunu, her türlü klişe özelliğiyle 90’lar sinema polisiyelerinden ezbere biliyoruz. Farklı bir isimle ya da farklı bir fiziksel görünümle de olsa Rust’ı daha önce sinemada gördük yani. İşte Rust, şehirden çıkıp da taşraya geldiğinde biz de onunla birlikte kentten taşraya taşınıyoruz adeta. Tanıdık bir karakterle tanımadık bir mekâna konuk oluyoruz. Bu sayede farklı bir ekrandan, bir de burada polisiye nasıl oluyormuş ona bakıyoruz. Bu mekânsal değişimin izleyicinin gözünde keskin bir biçimde farkını belli etmesi açısından, taşra olarak seçilen mekânın “güney” olması da yerinde bir tercih; çünkü Lousiana ve çevresi, Amerika’nın genel “düzenine” göre ekstra hiçbir yapım tasarımı gerektirmeyecek kadar ayrıksı ve tuhaf bir yer. Bu tuhaflık da dizinin altını çizmek istediği kentten taşraya taşınma motifini oldukça sağlamlaştırıyor.


Sinemaya yaklaşmak

True Detective’in, polisiye türünün televizyondaki değişiminin sinemaya öykünen bir örneği olması adına elimizde bunca veri varken, diziyi tam da bu noktada televizyonun sinemaya evrilmeye çalışması tartışmasının tam ortasına oturtmak da mümkün. Zira özellikle son yıllarda iyiden iyiye ortaya çıkan bu yeni televizyon anlayışı, “Sinema izlemek için artık salonlara gitmenize gerek yok” mottosunu benimsemiş durumda. Özellikle AMC’nin Breaking Bad’i ile güçlenen bu iddia, ABD’de sinema filmi kalitesinde dizi üretmeyi kafasına koymuş yapımcı ve kanalları peşine takmış vaziyette. İşte bu noktada, True Detective’in de bu iddianın yeni bir halkası olduğu söylenebilir. Sekiz bölüm ve sadece tek sezon olarak tasarlanan dizinin, bu yönüyle ABD televizyonlarında rastlanmayan bir tarafı var; dizinin sekiz bölümü de aynı yazar tarafından yazılmış ve aynı yönetmen tarafından çekilmiş. Bu, Amerikan dizilerinde nadir karşımıza çıkan bir durum. ABD’de, genelde diziler –tek sezon olsalar bile– bir yazar grubu tarafından yazılırlar ve farklı yönetmenler tarafından çekilirler. Hal böyle olunca, True Detective’in bu “tek kalemden çıkma” özelliği, diziyi sekiz saatlik bölünmüş bir sinema filmi olarak okumamıza da olanak tanıyor. Bu da en azından televizyonun yaşadığı bu geçiş sürecine tanıklık etme adına bile True Detective’i bir dizi örneği olarak değerli kılıyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-22 04:09:36