1984’te Super Bowl’da reklam arasında Ridley Scott’un yönettiği, Apple’ın reklam filmi gösterildi. Somurtkan, gri işçiler geniş gri salonda oturmuş dev ekranda Big Brother’ın nutuğunu dinliyorlar. Sonra başına buyruk bir atlet görünümlü Steve-Jobs-elemanı ekrana bir balyoz atıyor, tuzla buz olan ekrandan çıkan iyileştirici ışıkla yıkanıyor işçiler. Seslendirmede şöyle diyor: ‘’24 Ocak’ta,’’ Apple Computer Macintosh’u tanıtacak. Ve göreceksiniz 1984’ün neden (Orwell’in) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü gibi olmayacağını.’’
“Reklamın fikri”, diye yazıyor Kore doğumlu Alman filozof Byung-Chul Han, Apple Mac’in, mağdur edilmiş kitleleri totalitaryen gözetim yapısından azat etmesidir. Ve elbette Apple’ın bunu izleyen yükselişi, internet, Twitter, Facebook, Amazon ve Google Glass düşünüldüğünde, bugün hiç de Orwell’in tahayyül ettiği gibi bir kabusa işaret etmiyor.
Nihayet, Big Brother gücünü korumak için elektroşoka, uyku eksikliğine, hücre hapsine, uyuşturuculara ve göz korkutucu propaganda yayınlarına ihtiyaç duydu, Bolluk Bakanlığı ise yiyecek kısıtlamasına…
“1984’ten itibaren yükselen yeni gözetim toplumu”, diyor Han, “farklı çalışıyor olsa da daha nazik bir şekilde totalitaryen ve Orwell’in ya da Jeremy Bentham’ın betimlediği herhangi bir şeyden daha baskıcı. Zor kullanılarak elde edilen itiraf yerini gönüllü ifşaya bıraktı,’’ diye yazıyor:
“Akıllı telefonlar işkence odalarının yerini almış durumda.” Tamam, o kadar değil. İşkence odaları hâlâ var, sadece neoliberal Batı’da yaşayan bizler dışarıdan temin ettik bunları (gözaltı uçuşları sağ olsun) böylece müstehcenlik olarak adlandıran nazik toplum onlar yokmuş gibi davranabilir.
Bununla beraber, Han’ın iddiasına göre kapitalizmin neoliberal çağda farkına vardığı şey, sert olmasına gerek olmadığı, onun yerine tahrik edici olması gerektiği. Han, buna ‘’smartpolitics’’-kurnaz siyaset- diyor. Hayır demek yerine evet diyor: komutlarıyla, disipliniyle ve kısıtlamalarıyla bizi reddetmek yerine, istediğimizi istediğimiz zaman satın almamıza, olmayı istediğimizi olmamıza ve özgürlük hayalimizi fark etmemize izin veriyor. ‘’Yasaklama ve mahrum etme yerine, memnun ve tatmin etme yolunu seçiyor. İnsanları uysallaştırmak yerine, onları bağımlı kılma yoluna bakıyor.’’
Akıllı telefonunuz, Han’a göre, bu bakımdan kendimizin oto-sömürüsü için çok fonksiyonel bir araç. Şu anda hepimiz Big Brother’larız. Kısmen daha iyi teknolojiye sahip bir Katoliklik söz konusu. Cep telefonlarımız da elle tutulur, itaatkâr ve etkin gözetleme aparatı olan modern bir tespih. ‘’Katoliklerin tespihi de akıllı telefon da aynı amaca hizmet eder: öz-izleme ve kontrol,’’ diye açıklıyor:
‘’Güç, bireylere ayrı ayrı gözetleme yetkisi verdiğinde daha etkili bir şekilde işliyor.’’ Ve biz en son modeli almak için geceden sıraya giriyoruz: kendi egemenliğimizi arzuluyoruz. Pek tabii Han’ın kitabının mottosu Amerikalı video anatçısı Jenny Holzer’in sloganı oluyor: ‘’Beni arzuladığım şeyden koru.’’
Han, canlı örneğini Big Brother’da bulmuş olan baskıcı kapitalizmin en iyi tınlayan ifadesini Bentham’ın panoptikon fikrinde bulduğunu düşünüyor, hapishanenin bütün tutuklularının tek bir gardiyan ile izlenmesi vasıtasıyla tutukluların izlenip izlenmediklerinden emin olamadıkları bir durum. Bentham’ın keşfi karşılığını Fransız kuramcı Michel Foucault’nun endüstriyel kapitalizm ile yükselen disipline edici, cezalandırıcı güç hakkındaki düşüncelerini yönlendirdiği ve ortaya atmasını sağladığı biyopolitika teriminde buluyor. Beden endüstriyel üretimde merkezi güç olduğu için, Han, disipline etmenin, cezalandırmanın ve bedeni mükemmelleştirmenin politikasının anlaşılır şekilde Foucault’nun gücün nasıl işlediğiyle ilgili fikrinin merkezinde olduğunu öne sürüyor. Ancak Batı’nın sanayisizleştirilmiş, neoliberal çağında, bu biyopolitika da hükümsüzleşti. Onun yerine, ‘’büyük veri’’yi yaymak yoluyla, neoliberalizm ruhani alandan faydalandı ve sömürdü onu, sonuç ise Han’ın renkli bir şekilde ifade ettiği gibi: ‘’Bireyler kapitalin genital organlarına indirgendi.’’
Bir dahaki sefer Argos alışverişinizi gözden geçirirken, porno izlerken ya da Paul Mason’ı retweet ederken düşünüp taşının. İnsan davranışını gözlemek yerine, büyük veri’nin dijital panoptikonu, insanı, psikopolitik olarak idare ediyor.
Fakat büyük data nedir diye soruyor olabilirsiniz.
‘’Büyük data muazzam bir ticari işletmedir,’’ diye açıklıyor Han. ‘’Burada kişisel veriler durmaksızın paraya çevriliyor ve ticarileştiriliyor. Şimdi, insanlara ekonomik kullanılırlığı olan veri paketleri gibi davranılıyor ve insanlar o şekilde pazarlanıyorlar. İnsanlar meta haline geldi.’’ Hegelci terimlerle usta-köle diyalektiğini hem usta hem de köle olarak aştık.
Ve, Orwell’ci olmayarak, biz network sahibi modernler olarak kendi Newspeak’imiz var. Özgürlük, örneğin, zorlama demektir. Microsoft’un eski reklam sloganı ‘’Bugün nereye gitmek istersiniz?’’ sınırsız imkanlar dünyasını çağrıştırıyordu. “Bu sınırsızlık bir yalan”, diye düşünüyor Han: ‘’Bugün, sınırsız özgürlük ve iletişim şalteri, topyekûn kontrol ve gözetim yönüne indiriliyor. Biz kendimizi disipline edici panoptikondan azat ettik –ardından kendimizi yeni ve çok daha etkili bir panoptikona fırlattık.’’ Ve bir şey daha eklersek, burada gardiyan gerekmiyor, çünkü neoliberalizmin şeytani dehaları – Mark Zuckerberg ve Jeff Bezos – Big Brother’ı oynamak durumunda değiller. Onlar, tam olarak bize bu rolü kendi kendimizce oynattıkları için şeytaniler.
En azından ‘’Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’’te kimse özgür hissetmiyordu. 2017’de, Han’a göre herkes özgür hissediyor ki sorun da bu:
‘’Kendi özgür irademizce, kendimizle ilgili akla uygun herhangi bilgiyi, kimin ne bildiği ne zaman ve hangi durumda bildiği ile ilgili en küçük bir fikrimiz olmadan internete koyuyoruz. Bu kontrol eksikliği ciddiye alınması gereken bir özgürlük krizini temsil ediyor.”
Politika, psikopolitika çağında çok değişik gösterdi. Politikayı toplumsal bir aktivite olarak düşünmede yetersiziz çünkü yurttaşlar olmaktan uzaklaşıp tüketiciler olmaya alıştırıldık. Politikacılar bize bir şeyler teslim etmeleri gereken tüketicilermişiz gibi davranıyorlar; biz de politikadan hayal kırıklığı yaratan bir ürün ya da hizmetmiş gibi yakınıyoruz. Şok ve alıcının pişmanlığı, politikanın alışverişin bir uzantısı gibi algılanmasına uyan iki tavır.
Herkesin önünde itiraf etmeyi reddeden kişi kınanır. Tweet atıyorsun, o halde varsın; beğen ki beğenilesin; kendinle ilgili her sıkıcı detayı itiraf et ki kurtarılasın. ‘’Neoliberalizm, Like kapitalizmidir,’’ diyor Han.
‘’Gerçekten özgür olmak istiyor muyduk?’’ diye soruyor Han. “Muhtemelen”, diye düşünceye dalıyor, “gerçek özgürlük katlanılmaz bir yüktür ve bu sebeple Tanrıyı icat ettik, suçlu olmak ve bir şeye borçlu kalmak için. Böylece Tanrıyı öldürerek kapitalizmi icat ettik. Tanrı gibi, sadece daha etkili bir şekilde, kapitalizm bizi başarısızlıklarımız için suçlu hissettirir ve ayrımına varacağınız gibi, bizi hareketsizleştiren bir borçlanmaya derinlemesine teşvik eder.” Han, fakat, savını abartarak zayıflatıyor. Naomi Klein’s Shock Doctrine’in bir bölümünde Milton Friedman’ın kapitalizmin şok etkisiyle bize boyun eğdireceğini öneren kendi kendini yaratan ekonomik felaketle ilgili fikri ele alıyor.
Bu, bana göre, kulağa 2008’de olan daha az para karşılığı daha çok çalıştığımız zaman gibi geliyor, ama Han karşı çıkıyor: ‘’Neoliberal politika SmartPolitics’tir: onun amacı hoşnut etmek ve doyurmaktır, baskılamak değil.’’ Ama kesinlikle işkence odaları, esnek ekonomi ve prekarya smartpolitics kadar politik gerçeğimizdir: Han’ın hoşnut eden ve doyuran psikopolitikası, paradoksal olarak, Klein’ın baskılayıcı şok doktrini ile yan yana var oluyor. Böyle bir bağlaşım Han’ın felsefesinin ötesinde görünüyor.
Psikopolitikaya nasıl direnebiliriz? Bu hususta, Han merak uyandıran bir duruş sergiliyor. Çok nadir olarak herkese açık konferanslar ya da röportajlar veriyor (verdiğinde de gazetecilerden kayıt cihazlarını kapalı tutmalarını talep ediyor), Facebook sayfası İspanyol hayranları tarafından açılmışa benziyor ve son olarak yaptığı güç bela kullandığı bir e-posta adresi almak olmuş. Google’da bulunamaz değil, izini kaybettirememiş. Berlin’s University of the Arts’ta çalışıyor ve başarılı, zarif 16 ince kültürel eleştiri kitabının yazarı.
Tüm bunlar için ve bunu bir iltifat olarak kullandığımdan, Byung-Chul Han bir aptaldır. Şöyle yazıyor: ‘’Kusursuz dijital ağlar ve iletişim tek parça halinde uyumlu olma zorunluluğunu güçlendirdi. Konsensüsün görevli şiddeti aptallığı zapt ediyor.
Elbette, kitabın son bölümü ‘’Idiotism’’ ve felsefenin karşıt-kültürel budalalığının zengin tarihinin izini sürüyor. Sokrates bir şey bildiğini söyleyerek hiçbir şey bilmediğini söyledi. Descartes ‘’düşünüyorum, öyleyse varım’’ıyla her şeyden şüphe etti. Han bu budalaca geleneği yola getirmenin peşinde. Zorunlu kendini ifade çağında, sırlar ve sessizliğin ikiz sapkınlığının tarlasını sürüyor.
Belki de benzer şekilde, kendi iyiliğimiz için, içinde bulunduğumuz aşırı konuşma ve az düşünme çağında, çenemizi kapamanın erdemini öğrenmemiz gerekiyor.
KAYNAK: Stuart Jeffries / Guardian