A password will be e-mailed to you.

Fıtrat, İş Kazası Değil Cinayet

fitrat-1

Son zamanların isminden en çok söz ettiren gazeteci-yazarlarından biri İsmail Saymaz. Yeni bir kitabı yayımlandı, bu seferki işçi ölümleri ile ilgili: ‘Fıtrat, İş Kazası Değil Cinayet’. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan bu kitapta Saymaz kapsamlı bir şekilde işçi ölümlerine değinerek, son yıllardaki kazaları incelemiş.

İsmail Saymaz, karakollarda işkence görenlerden, haksız yere devlet denetimindeyken ölenlerden tutun da Ali İsmail Korkmaz davasına kadar devlet kurumlarının vatandaşlara karşı sergilediği hukuksuz davranış ve tutumlarını adeta bir dedektif gibi iz sürerek ortaya koymuştu. Bu kitabı ile de, işçi ölümlerinin ‘fıtrat’ olmadığını cinayet olduğunu iddia ediyor. İşçi ölümleri üzerine sıkı bir araştırma yapıyor ve bu ölümlerin kaza olmadığını gözler önüne seriyor. Aslında bu cinayetlerin, önlem alınmadığı için işçilerin başlarına geldiğini hatırlatıyor kitabında. Yani “fıtrat değil” diye haykırıyor!

Günümüz dünyasında, artık zaman ve maliyetler çok değerli ve değişken. Kapitalizmin ve uzantısı olan neo-liberalizmin geldiği son noktada, şirketler, sanayi firmaları, büyük üreticiler, işçilerin maliyetlerini kısabilmek için iş güvenliği adına alınması gereken önlemleri en asgari şartlarla uygulamaya çalışıyorlar. İşte zaman ve maliyet ile beraber atbaşı giden bu anlayış yüzünden, haliyle alınan önemler baştan savma oluyor. Bu Türkiye’nin son otuz yıldaki iktisadi politikalarıyla da çok ilgili. Dünya piyasalarına eklemlenmesi ve bu doğrultuda insan kaynağını tam anlamıyla denetim koşulları oluşmadan büyük sermaye sahiplerinin insafına bırakılması ile bu ölümler yaşanıyor, maalesef ki olağanlaşıyor.

Soma da “fıtrat” mıydı?

İşçiler şirketlerinden bu önlemleri talep etseler bile, firma sahipleri tarafından asgari koşullar üzerinden uygulanıyor. Hatta yeri geldiğinde hiç uygulanmıyor! Buna en güncel örnek olarak Soma Katliamı’nı gösterebiliriz. 301 maden işçisinin ölümü çok sarih bir örnektir. Mesela madenin içinde yaşam odalarının olmaması da basında çok tartışılmıştı ve eleştirilmişti. Yetersiz önlemler, bu insanların boşu boşuna ölmesine neden oldu. Bu işçiler ve yakınları için söylenen sözler ve fiili hareketler daha da inciticiydi. Sivil Toplum’un çıkardığı ses sayesinde maden sahipleri şu an yargılanabiliyor.

Bu kanunsuz, hukuksuz işlemleri, işçinin zararına olan uygulamaları Saymaz birbir ortaya koyuyor. Saymaz, yaşanan bu ölümlerin kazadan dolayı olmadığını, cinayet olarak adlandırılması gerektiğinin örneklerini veriyor kitabında. En çok ölümlerin/cinayetlerin yaşandığı sektörlere odaklanıyor: Tekstil, inşaat, maden, enerji, gemicilik yani tersaneler. Tüm bu sektörlere bakıldığında Türkiye’nin iktisadi gelişiminde işçilerin nasıl da basit nedenlerden dolayı heba edildiğini görebiliriz. Saymaz, bu delilleri birbir toplayarak, bizlere yaşananların kaza olmadığını cinayet hükmüyle yargılanmalarının zorunluluk olduğunu ısrarla vurguluyor. Önceki kitaplarındaki araştırmaların bir benzerini bu kitapta detaylı bir şekilde bulacaksınız. Şimdiden iyi okumalar…

“Kaza değil bu ya, bu cinayet. Niye cinayet biliyor musun? Bazen şöyle diyorlar: İşçiler cahildir. Öyle midir? Bu işçiler dünya güzeli gemileri yapıyor, denizde yüzdürüyor; cahil değil. Ama elektriğe bastığında cahil! Oysa önlem almadığından, üç kuruş daha fazla kazanasın diye beş kuruşu harcamadığından bu cinayet oluyor. Beş dakikalık gaz ölçümünü yapmazsan, işçi patlamada öldüğünde bu cinayet değil midir? Cinayetin âlâsı bu.” Tersane işçisi Hakkı Demiral

Anne Kafamda Bit Var: 12 Eylül Anıları

anne-kafamda-bit-var-2

Bu seferki kitap ise Türk sinemasının unutulmaz oyuncularından biri olan Tarık Akan’a ait. Geçtiğimiz eylül ayında vefat eden Akan, yıllar önce yazdığı kitap tekrar raflardaki yerini aldı. 2002 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanan kitabın birçok baskısı yapılmıştı. Akan vefat edince tekrardan yeni baskısı yapıldı ve okumayanlar için de bir fırsat oldu.

Tarık Akan, çocukluğumuzun yakışıklısı, centilmeni, alçakgönüllüsü ve aynı zamanda haşarı, hoppa genci. Bilemiyorum, doğru sıfatlar mı kullandım? Genelde bu özellikleriyle anılıyor. Çocukluk ve gençlik dönemlerimizde onun filmlerini çoğumuz seyretmişizdir. Diğer ünlü Yeşilçam’ın sinem sanatçılarının filmleri gibi, onun da filmleriyle büyümüşüzdür. Yeri geldiğinde o aşık haliyle kalplerimize taht kurmuş, sevdiğimiz insan karşı, filmlerinde sergilediği tavırlar gibi duygular beslemişizdir. Yeri geldiğinde onunla beraber gülmüş ya da beraber ağlamışızdır. Herhalde onu böyle tanımlayabiliriz.

Tüm bu özelliklerinin yanına önemli bulduğum iki sosyal içerikli (daha da fazla vardır elbet) film de yapmıştır. Biri, unutulmaz yönetmen Yılmaz Güney’in Yol filmindeki oyunculuğu ile ve Zeki Ökten tarafından yönetilen, senaryosu Yılmaz Güney’e ait Sürü adlı filminde oynadığı karakterle gönüllerimizi politik açıdan da fethetmişti. 1980 darbesi sonrası iyice politik bir alana kayan Akan, 80 darbesinde yaşadığı hapishane ve yargılanma günlerini anlatıyor. İşte bu kitap, o dönemki askeri cuntanın ona yaşattıklarından söz ediyor ve darbenin birçok insanın hayatına nasıl acımasızca tesir ettiğini ifşa ediyor.

Günümüze de ne kadar çok benziyor değil mi?

Kısaca kitaptan bahsetmek gerekirse, Tarık Akan, 80 darbesi sonrası Almanya’da bir konuşma yapıyor. Tabii ki, bugünde olduğu gibi, o günde Almanya’dan döner dönmez tutuklanıyor. Bilin bakalım bu tutuklamaya sebep olan şey ne? Sağ tandanslı bir gazetenin yaptığı yalan haberden dolayı tutuklanıyor. Günümüze de ne kadar çok benziyor değil mi? Yapılan yalan haberden dolayı uzun bir yargılama dönemi başlıyor Akan için. Siyasi Şube’de geçirilen zamanlar, itilip kakılmalar, aşağılanmalar, soğuk hücreler, bitli-fareli koğuşlar, yani yapılan fiili ve manevi işkencenler. Türkiye’nin kanayan yaralarından biridir işkence uygulamaları. 80 darbesi ve işkence denince, akla ilk olarak Diyarbakır Cezaevi ve sonrasında Mamak ve Metris gelir. Akan cezaevinde solcularla, sağcılarla, devrimcilerle, TKP’liler ve idamlıklarla beraber zaman geçiriyor, havasını soluyor o karanlık dehlizlerin. Toplumda ünlüyken bir anda kendini cezaevinde bulmanın yarattığı şaşkınlıkta cabası…

O yakışıklı, kadınların gönlünü alan romantik bir gencin politik davalar yüzünden hapse düşmesi ve aylarca burada kalması ilginç bir dönüşüm aynı zamanda. Tabii ki, aklandıktan sonra o baskı yıllarını unutmuyor Tarık Akan. “Son yirmi yıldır toplumsal içerikli filmlere yönelen ünlü sinema adamının az bilinen bir yönünü ortaya çıkaran anılarda ayrıca Şerif Gören’den Atıf Yılmaz’a, Orhan Apaydın’dan Barış Derneği Davası’na kadar pek çok tanınmış ada ve önemli olaya yer verilirken, Yılmaz Güney cezaevindeyken gizli saklı çekilen Yol filminin bütün serüveni de dile getiriliyor.” Ve bu kitap ortaya çıkıyor. Tarık Akan’ın bazı düşünceleri tartışmalı olsa da, en azından darbe döneminde yapılan işkenceleri ve uygulamaları aydınlatması adına okunabilir.

“Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak. Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın.’ Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım. ‘Onları hemen ara, avukatımı devreye sok,’ dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembihledim. Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüz, ağır hareket ediyordum. Müjdat’a döndüm: ‘Beni götürürlerse bavulumu sen al,’ dedim. ‘Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et…”*

*Kitabın arka kapak tanıtımından alıntıdır.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 19:38:56