Sanatatak yazarı Efe Beşler bu hafta ve her hafta yeni çıkan kitaplardan en önemlilerini seçiyor. Bu haftanın önerileri: Müptezeller, Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi, Canların Cinsiyeti ve Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor: Zavot’dan Vartinik’e
Müptezeller
Emrah Serbes’in yeni kitabı İletişim Yayınları tarafından çok yakında raflara geliyor. Hatta siz bu yazıyı okurken yayımlanmış bile olabilir. Behzat Ç’nin senaryosu ve en son Deliduman romanı ile önemli bir kitleye adını duyuran Serbes, Gezi kuşağına seslenerek sosyal medyada da bayağı popülerleşmişti. Gençler ve özellikle de kadınlar Emrah Serbes’in yeni romanını, Behzat Ç’sini özlemle bekler olmuştu. Şimdi ise 6. Kitabı ‘Müptezeller’ ile karşımızda. Eminim ki, okuyucusu zaman kaybetmeden raflara konar konmaz tüketecektir bu kitabını da. Biz de sosyal medyadan kitapla çekilmiş kahve fotoğraflarını göreceğiz, kitap hakkında yapılan yorumları ve Emrah Serbes’in yeni söyleşilerini okuyacağız.
Müptezeller, uğultuların, yoksunluğun ve kaybeden delikanlıların romanı. Lime lime, ufalanarak. Serbes, kıyıda köşede kalanları, dünyanın acımasızlığına katlanamayanları ve kendine gömülen çocukları haykırarak anlatıyor.*
“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir ev daha.” “Ona üzülmüyorum ki ben,” dedi babam. “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu. Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık.”*
*Arka kapaktaki tanıtım metininden alıntıdır.
Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi
Bu haftanın yeni kitaplarından biri akademik çalışmanın tanıtımı olacak. Bilgi Üniversitesi Yayınları ‘Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi’ adlı kitabı geçen haftalarda yayımladı. Çalışmayı araştırmacı Zeynel Abidin Besleney yapmış.
İki haftadır tanıttığım kitapların ağırlıklı konusu Ermenilerin yaşamları, göçtükleri kentler ve uğradıkları büyük felaketti. Hatta Eylül ayında 6-7 Eylül olayları ile ilgili Rumların ve Yahudilerin (Ermenilerin) de mağduriyetlerini yazılarıma taşımıştım. Bu hafta ise, daha arka planda kalan, 1864 Soykırım/Sürgünü’ne uğrayan Çerkeslerle ilgili bir kitabı tanıtmak istiyorum.
Bilindiği üzere, 1. Dünya Savaşı ve sonrasında yüzyıllardır yaşadıkları Anadolu topraklarından zorunlu olarak ayrılmak durumunda kalan Ermeni, Rum ve Süryani Hristiyan halkları, terk ettikleri bölgeleri Müslüman Türk ahaliye -istemeyerek- bırakmışlardı. ‘Gayrimüslim’ halklar bu topraklardan ‘temizlendikten’ sonra, yönetici eliti Anadolu’da kalan halkı, yazılı olmayan zimmi bir ‘Müslümanlık’ sözleşmesiyle kabul etti. 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti Müslüman-Türk kimliği üzerinden inşa edildi ve ilerleyen yıllarda da “Türklük” kimliği ön plana çıktı. Önce Müslümanlık şemsiyesi altında halkı birleştiren yönetici elitleri, 1864’de Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına göçmek zorunda kalan (Soykırım/Sürgün) Çerkes halkını da bu bileşene dahil etti. Rum, Ermeni ve Yahudiler Türkleşmedikleri veya Türkleştirilemediği için, Çerkeslerin Müslüman olmalarından dolayı da Türk-Müslüman kimliğine en uygun ve yakın halk olanıydı. Müslüman olmalarına ve Anadolu’da yaşamalarına rağmen, toplum tarafından Çerkeslere genelde ‘hain’ olarak bakıldı. Özellikle de Milli Mücadele döneminde (Çerkez Ethem’i hatırlayın!). Güvenilmez unsurlar olarak görüldüler. (Aslında ne kadar tanıdık bir yaklaşım, değil mi? Cumhuriyet’in dışarda kalan unsurlarının neredeyse tümü güvenilmez ve ‘hain’di.) Bu sıfatlardan payını bir süre Çerkesler de almıştı. Zaman zaman devletin bekası ve istihbarat için kullanıldılar ve bu şekilde de toplumda bilindiler. Yer yer müttefik oldular yani. Dış tehlikelere karşı kullanılmak için devlet tarafından hep hazır tutuldular. İşte böylece devletin değişkenleri üzerinde gidip gelen bir Çerkes kimliği oluştu zamanla.
Bu kitap da, Türkiye’deki Çerkes kimliğini ve diaporası ile olan ilişkilerini ortaya koyuyor. Temeli 2012 yılına dayanan doktora tezi ile başlamış bu çalışma. Dr. Zeynel Abidin Besleney diaspora siyasetinin tarihsel ve toplumsal özelliklerini ve diasporaya Türkiye’deki Çerkeslerin yaklaşımlarını karşılaştırmalı olarak anlatıyor. Çerkeslerle ilgili fazla bir çalışmanın olmadığını bildiğimiz için, bu kitabın değerini daha iyi anlayabiliriz. Çerkeslerin konumlarını, yaşamlarını, ideolojilerini, kimliklerini ve diaspora olma halini tek bir kitapta bulacaksınız. Şimdiden iyi okumalar…
Canların Cinsiyeti
Bu ayın yeni kitaplarından biri de ‘Canların Cinsiyeti’. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan kitabın yazarı araştırmacı Nimet Okan. Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans, Antropoloji Bölümü’nde yüksek lisans, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Etnoloji Anabilim Dalı’nda doktora programını tamamlayan Okan, akademik çalışmaları etnik ve cinsiyete dayalı ayrımcılık üzerinde yoğunlaşmaktadır.* Bu kitap da 2014 yılındaki doktora tezine dayanmaktadır.
Söz Alevilerden açıldığında genelde aklımıza ibadetleri (Cemevi) ve kadın erkek arasındaki eşitlik (anaerkil) ilişkisi gelir. Alevilerin kendi toplumu içinde çoğunlukla kadın-erkek eşitliğinin olduğunu biliriz. Alevilik denince kadınların daha özgür hareket edebildikleri kanısı hakimdir genel itibarıyla. Acaba gerçekten de kadın-erkek eşitliği sadece Alevilere has bir durum mudur? Kendi aralarında patriyarkal bir ilişki biçimi var mıdır? Yoksa gerçekten tüm Alevi kadınlar bu özgürlük alanını rahatlıkla kullanabilmektedirler mi? İşte bu soruların cevabını Nimet Okan, bu kitabında bilimsel bir çalışmanın sonucunda vermeye çalışıyor.
Ekseriyetle toplum içindeki cinsiyet rollerinde kadınlar erkelerin tahakkümü ve kontrolü altındadırlar. Sadece Alevilik bundan ayrılır mı diye sorulduğunda, Okan bu konun üzerine bayağı düşünmüş, taşınmış ve çalışmasını titizlikle yapmış. Alevilerin de ataerkil bir yapıya sahip olabileceğini örneklerle ortaya koymuş. Mesela: “Bizim erkeklerimize göre kadın dediğin evde oturur, işini yapar, gücüne bakar, bir yere gitmez… Alevilerde kadın-erkek eşittir yok. Onlar sözde… Çoğu (kadın) ceme giderken bile eşinden izin alıp gidiyor.”* diyor bir Alevi. Ya da bir başkası: “Çok fena küsüyorum, kararıyorum o insanlara… Mal mülk için ‘O kız, bu oğlan,’ diyorlar; ‘Kız ele gidiyor, alıyor götürüyor malı,’ diyorlar. Kızı ‘el’ görüyorlar.”**, “Babam ‘Sünni olmasın, isterse köyümün en kötüsü olsun; yeter ki kızım dışarı gitmesin,’ derdi; dediği de oldu.”
İşte bu örneklere bakıldığında yine kararların kadına pek bırakılmadığı, ağırlıkla erkelerin sözünün geçtiği bir alana geliyoruz. Aslında toplumsal cinsiyet dağılımda yaşanan sorunun Alevi kadınlarının dışında olmadığı gerçeği ile karşılaşabiliyoruz. Belki görece olarak Alevi kadınların kısmen özgürlüğü olsa da, yine erkek egemen bir toplumda yaşamaları ile ister istemez aynı kimliğe bürünmek zorunda kalıyorlar. Okan, bu muğlak alanındaki örnekleri detaylı bir şekilde inceleyerek, Alevi kadın-erkek eşitliğinin daha gerçekçi yüzünü ortaya çıkarıyor. Erkelerin ağzından dökülen sözlerden, sözcüklerden yakalıyor, yer yer tespit ediyor bu ayrımcılığı. Hatta okula yazdırılmayan, doktora gönderilmeyen, miras hukukundan yararlandırılmayan Alevilerin hikayelerini anlatıyor bu çalışmasıyla. Çalışmasını yaparken ismini bir kadından alan ‘Anşabacılı’ topluluğunu bizimle tanıştırıyor. Osmanlı tarihinden beri varolan bu topluluk, cinsiyetlerarası eşitliğe yaptığı vurguyla tanınıyor. Araştırmacı Okan, Alevi kadınların gururlu tavırlarının arkasındaki isyankar duruşun temeline bu topluluk üzerinden iniyor ve inceliyor. Bunu yaparken de, devlet nezdinde karşılığını bulan Alevi-Sünni ayrımına, Alevilerin kendi içlerindeki dinî-sosyal-ekonomik hiyerarşiye, büyük kentlerde keskinleşen sınıf farkına değinmeyi de ihmal etmiyor.** Bu kitapla belki de bildiğiniz klişeleri bir kenara bırakacak, Aleviler içindeki kadın-erkek eşitliğine daha nesnel yaklaşmış olacaksınız.
*Yazarın kitapta belirtilen özgeçmişinden alıntıdır.
**Arka kapaktaki tanıtım metininden alıntıdır.
Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor: Zavot’dan Vartinik’e
Bu haftanın diğer yeni kitapların biri: ‘Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor: Zavot’dan Vartinik’e’. Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlanan bu kitabın ana karakteri Muzaffer Oruçoğlu, kendisiyle söyleşiyi yapan da İbrahim Ekinci.
Muzaffer Oruçoğlu’nu tanıtmak daha doğru olacaktır kitaptan önce. Başta 68 kuşağının klasikleşmiş mücadele ve hapislik hayatından sonra romanlara konu olacak bir hayata geçişini anlatamadan olmaz. 20 Şubat 1948’de Kars’ın Göle kazasına bağlı Büyük Zavot köyünde doğan Oruçoğlu, ilkokulu ve ortaokulu Kars’ta okudu. Ortaokulu bitirdikten sonra Rize Öğretmen Okulu’na, iki yıl sonra da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na gitti. Ardında da Fen Fakültesi Matematik Astronomi Bölümü’ne girdi. Üniversitede İbrahim Kaypakkaya ve 9 arkadaşıyla beraber solun mücadelesine katıldı ve bunun sonucunda okulda atıldı. 68 öğrenci hareketlerine katıldı. FKF İstanbul bölgesi bilim ve sanat komitesi üyesi olarak çalıştı. 1969 yılında Değirmen Köyü’ndeki toprak işgaline katıldı ve tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konuldu. İlerleyen yıllarda, Türk Solu dergisinin yazı kurulu üyesi olarak çalıştı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra TİİKP ve Doğu Anadolu Bölge Komitesi üyesi olarak Siverek’e gönderildi. 1972’de parti müfettişi olarak Filistin Demokratik Cephesi’ne gitti ve bir aylık askeri eğitimden sonra döndü. 1972’de TKP(ML) kurucuları arasında yer aldı. 1973’de İstanbul’da yakalandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Hapishanedeki günlerini şiir ve roman yazarak geçirdi. 13 yıl yattıktan sonra askere gönderildi. Askerden 40 gün sonra, Mayıs 1986’da Yunanistan’a kaçtı. Fransa’ya iltica etti. Yeniden roman yazmaya ve resim yapmaya başladı. Çeşitli dergilerde, siyasi ve edebi makaleleri yayınlandı. 1988’de Avustralya’ya yerleşti. Melbourne’de, önce iki yıllık resim ve heykel kolejini (Greensborough Tafe college-nmit) bitirdi. Daha sonra Royal Melbourne Teknoloji Enstitüsü’ne (RMİT) bağlı, public art bölümünde üç yıl heykel eğitimi yaptı. Şimdiye kadar toplam 6 ülkede altmışa yakın kişisel resim sergisi açtı. 13’ü roman, 7’si şiir, 2’si masal olmak üzere değişik türlerden 30 kitabı yayımlandı. halen roman yazmakla meşgul olmakta ve Avustralya’da yaşamakta. *
Böyle ilginç ve mücadele içinde geçmiş bir hayata sahip olan Oruçoğlu, ilerleyen yıllarda kendini daha çok sanatsal işlere odaklanmış. İşte bu kitap da, farklı bir yaşam öyküsü olan Muzaffer Oruçoğlu’nun yaşadığı ilginç ve bir o kadar da mücedele içinde geçen yıllarını anlatıyor. İbrahim Ekinci soruyor, Muzaffer Oruçoğlu cevaplıyor. Ortaya da çok güzel bir söyleşi çıkıyor. İlk soru da Kars’ın Zavot köyüyle başlıyor kitapta. Zavot Malakan köyü. Vartinik ise bir Ermeni mezrası. İlginç olan ise, Zavot’ta doğmuş, Vartinik’te baskına uğramış. Bu hafıza iki halkın sürgün edilmesine de işaret ediyor. Yersiz, yurtsuz kalan halkların zorunlu olarak sürgünü ile Oruçoğlu’nın sürgünü arasında bir benzerlik kurulabilir. Her ikisi de Diaspora’da yaşıyor. Tüm bu detayları söyleşinde sanki normal bir olay anlatıyormuşçasına ifade ediyor. Oruçoğlu, yaşadıklarını ‘sol’ pencereden hikayesini anlatıyor, bir döneme de ışık tutuyor. Aslında Türkiye’de bu tip kişisel tarih söyleşi kitaplarının az olduğunu düşünürsek, bizlere önemli ve kıymetli bir perspektif kazandırabilir.
Zavot ve Merlbourne’ün hikayesini merak edenler için…