A password will be e-mailed to you.

Belleğin puslu köşelerinden çıkardığı ve gerçekle rüya arasında ördüğü şahsi hikayesini, grotesk bir üslupla sergileyen Polonyalı film yapımcısı Mariusz Wilczynski, alternatif animasyon dili ve sunumuyla geleneksel anlatı türlerine karşı cesur bir hamle yapıyor.

Kill It and Leave This Town, çelişkili ve kopuk algılanan bütünün parçalı birliğini kavramaya yönelik holistik bakış sunuyor. Bu çelişki Wilczynski’nin ta kendisi. İzleyicisini kişisel ve kolektif bir zihin uğraşına çağıran yönetmen, her izleyişte yeniden yorumlanan ve biçimlenen bir alanda çalışıyor ve dilin gri bölgelerini kullanıyor. Gerek kendi şahsi hikayesini gerekse çizgisinin sert doğasını, eserinin çıplaklığı olarak bir iletişim dili ve samimiyet göstergesi olarak sunuyor Mariusz Wilczynski. Filmi nsanlığa, tâbiri caizse; İncinmişsin, diyor ve incinmişliğin bilinçaltını üstüne katıyor. İzleyiciye çıplak gidiyor ve onun da çıplak olmasını istiyor. Bu yönüyle, kişinin hayat algısında idealize edilen kusursuzluk yerine, günlük hayatın akışında çalakalem not edilmiş nüansları ve eskizleri vurguluyor. Kahramanlıkları, büyük aşkları, efsaneleri, küresel gündemi değil; bizzat kişinin aleladeliğindeki ham ve yaşayan sanatı ve değeri söylüyor. Kasvetli, kaba, çocuksu, ham, yoğun, kederli, kişisel, nostaljik, samimi, deneysel, gerçeküstü bir film.

Kabataslak çizgisinin estetik olmadığı fikrine kapılmakta acele etmeyelim. İllüstrasyon stilinin iç karartıcılığının yanında estetik zarafeti de en sade şekliyle veriyor Wilczynski. Gri banliyöye yağan karı, neon tabelanın ışığını yahut bir yaz günü anısını, olabilecek en yalın estetikle veriyor. Tarzı, yalınlığın estetiğini ve olağanlığın sihrini birleştiriyor. Aynı zamanda çocuksuluğu ve yetişkinliği de.

Yönetmen, DisneyPixarGhibli gibi geleneksel anlatı türünü ve yöntemini küresel kültür bileşeni haline getiren yaklaşıma karşı duruşunu da bu noktada temellendiriyor. Orta Avrupa’nın incinmiş insanını, onu incitenden öğrendiği dille ancak farklı bir üslupla yeriyor. Bu yönüyle film, oldukça dekonstrüktif ve protest diyebiliriz. Örneğin, bebek Wilczynski’nin bir anısını görürüz, anne – babasının ona, projeksiyondaki Fiki – Miki Fare görüntüleri eşliğinde anlatacağı bir peri masalı vardır. Ancak bu huzurlu an, film makinesindeki slaytların takılmasıyla bozulur ve anı tadı kaçık bir şekilde biter. Wilczynski, geleneksel anlatıya ve onun işleyişindeki bozukluğa yönelik fikrini böyle somutlaştırır.

Wilczynski’nin ebeveynleriyle olan ilişkisini ve anılarını temel alarak kurduğu filmin kişisellik taşıması normal. Ancak filmin şiirsel doğası ve arketipleri, bu kişiselliği kolektif kılıyor ve zaten Wilczynski’nin sahnelerinde vurguladığı kaba çıplaklığın bir biçimini de bu kişisel olmayan oluşturuyor. Yönetmen, kişisel olanı sunarken seçtiği nostaljik ham yoğunluğu samimiyet olarak betimliyor ve izleyiciye temas ettiği noktada kritik bir mesaj beliriyor; bu mesaj, kişisel olanın kişisel olmayışı ve hepimizin çıplak oluşu gibi duruyor. Bu yönüyle film, sürrealin alan tanıdığı oyunsallık ve deneysellikle, absürdü ve nihilizmi kucaklıyor, bir vaatte bulunmadan, lineer zamandan kopmuş parçalarla oluşturulmuş çok katmanlı bir anlatıya dönüşüyor. Yönetmen bunun için annesinin cesedinin dikilişini dahi kullanıyor. Duyumsama ve duygulanımla uyandırılan his ve fikir, geleneksel anlatının şematik belirlenmişliğinden sıyrılıyor ve izleyici yaşayan bir hikayeyi besliyor.

Filmde dikkat çeken bir figür de şapkalı kedi. İnsanlara vatandaş diye seslenen bu kedi kendini “sonsuza kadar kötü olacak ama sonsuza dek iyi olan bu gücün bir parçası” şeklinde tanıtır. Tanrısal bakışın maddi düzlemdeki uzantısı olarak ortaya çıkan kedi, kolektif olanı betimler ve sahne, sahnenin aslında gölge olduğunun algılanmasıyla bozulur. Küvetteki adam, sigarasının külünü attığı şişedeki bitkiye dönüşür, gemi küllüğe ve deminki kediyi, masada duran kitabın üstündeki çizimde görürüz; Mikhail Bulgakov’un Usta ve Margarita’sında.

Bir buçuk saat süren film; şiirsel, dramatik, hicivli, bazen öfkeli ama sanki mütemadiyen hüzünlü ve puslu. Müzikler Tadeusz Nalepa imzası taşıyor ve tesirinden kaçmak için insan olmaktan vazgeçmeniz gerekiyor. Bu yönüyle filmin akışında ve duygusallığında Nalepa etkisi oldukça fazla. Ses ve müziğin kullanımı ve atmosfer, zaman zaman David Lynch’i anımsatabilir. Tarzlarında benzerlikler olduğu doğrudur. Bu sebeple Lynch severleri ayrıca uyaralım. Ottawa, Berlin, Montreal, Annecy, Viennale gibi festivallerde boy gösteren Kill It and Leave This Town, pek çok sebeple izlenmesi gereken bir yapım.

 

İLGİLİ HABERLER

2020’nin 2. yarısının en iyi animasyonları

HAFTANIN ANİMASYONU: ALTERED CARBON – RESLEEVED

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:29:45