“Başımızdan geçen her hikâyeyi, bir diğer yaşadığımız hikâyeye benzetiyoruz, kıyaslıyoruz, yargılıyoruz. Sanki şu hayata yalnız gelmemişiz gibi, biraz daha yalnızlaştırıyoruz kendimizi, kendi ellerimizle. Her insan bir kere yalan söyleyip kırdıysa sizi ve herhangi biri gibi hissettirdiyse, nasıl olacak da siz tekrar ayağa kalkacaksınız, değil mi?” – Bâlâ Atabek, İşte Güneş Geliyor
Eğer sonsuz bir döngüyse hayat, en orta yerinde şarkıların durduğu bir çemberin etrafında kuruyor bazılarımız oyunu. Bir anı hatırlatan değil de, anın hatırlattığı şarkıların. İlk yağmur damlasıyla içimizden mırıldandığımız, kelebeklerin kanat çırpışıyla avaz avaz söylediğimiz melodiler. Oyuncu, fotoğrafçı ve yazar Bâlâ Atabek, ilk romanının fonunda çocukluğundan beri sığındığı Beatles şarkılarını çalıyor okuyucuya: “İşte Güneş Geliyor”
“15 yaşımdan 18 yaşıma kadar Beyoğlu’ndaki Beatles Kafe’de takılmanın nedeniydiler. Çünkü orada sadece Beatles çalıyordu ve benim sığınağımdı. Orada büyüyüp, arkadaşlarımla dünyayı kurtarıp yakacaktık. Uçurtmalarımızı oradan uçuracaktık, Beyoğlu’nda “Hey Jude” çetesi oluşuyordu.” – Beatles – Ama Neden?
Bir nevi romana hazırlık olarak kaleme alınan Önsöz ve Beatles – Ama Neden? bölümlerinde yazar hem yazma sürecinin kişisel hikâyesini hem de Beatles şarkılarının hayatındaki yerini anlatıyor. Okuyucuyla yaptığı bu samimi sohbetle başlıyor roman aslında. Biliyoruz, bir aşk acısı dinleyeceğiz.
“Ayrılığa inancım tam, birleşmek ayrılıktan geçiyor çünkü. Bütün acıları yendiğinizi sanıp onlardan kaçtığınızda ve ötelediğinizde, yine de bir tokat gibi yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz. Hayatın size sunduğu konforun dışında küçük bir diken bu, bizlere kim olduğumuzu hatırlatan.” – Önsöz
Babasının ölümünün ardından üç ablası ve annesinin çemberinde yaşayan Ferit, iş hayatından mutsuz ve kafasında bir dolu soru(n) taşıyan 30lu yaşlarında genç bir adam. Sürekli olarak aşkı ve mutluluğu bulması öğütlenen Ferit, bu arayışın nerede ve nasıl yapılması gerektiğini sorguluyor en çok.
“Yirmili yaşlarımda çıktığım ve çıkmaya çalıştığım bütün kızlara potansiyel gelin adayı gibi bakan annem, her seferinde ayrılıklarımın baş tacı oldu çünkü kızlardan o kadar kısa sürede vazgeçiyor ve onları o kadar kısa sürede başımdan def ediyordum ki, ablalarımın ezeli düşmanı olmuştum. “Sen bazen bütün nefret ettiğimiz o adamların toplamısın oğlum, hastasın sen, hasta,” diyorlardı.”
Roman boyunca Ferit’in zihninde bir yolculukla seyrettiğimiz bu hikâyenin fonunda müzik olması da bir tesadüf değil aslında. Romanın her bölümü bir Beatles şarkısına gönderme yapıyor, çünkü Ferit’in hayatında da üst üste binen düşünce bulutlarını dağıtan tek şey müzik. (Ferit ve Beatles arasındaki ilişkinin gizemli soru işareti de romanda gizli.)
“Emin ol, hayatım zaman tünellerinden oluşuyor benim de. Şarkılar ve onların yarattığı zaman tünellerinden yani. Bir tuşla geri gitmek ve bir diğer tuşla ileri sarmak gibi hayatı.”
Bu gidiş-gelişlerin bezgin bir akşamında kesişiyor Ferit ile Leyla’nın yolu. O güne kadar kadınlara dair kendisine öğretilenlerin dışında ne varsa Leyla’da onu görüyor Ferit.
“Cebimden bir bozuk para çıkarıyorum, sonra onu yere düşürüyorum. Şansım ile şansızlığımın arafındayım. Nasıl olsa geç kalacak, nasıl olsa o güzel bir kadın. Neden kızayım ki ona, geç kalacağı için. O sadece güzel. Sigaramı bu aralıkta bitiriyorum, kapıdan içeriye giriyor aniden. Buluşmamızdan bir saat önce.”
Çocukluk anıları, bilmeceli sorular, zeki esprilere atılan kahkahalar derken bir bıçak. Leyla yok. Ferit anlamlandıramıyor. Bir kadının hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolmasını zihni almıyor. Kadın-erkek ilişki oyunun kurallarına uygun verilen öğütleri de kabullenemiyor. Hiçbir söz acısını dillendirmeye yetmiyor Ferit’in.
“Üzüntünün hasını yaşayanlara, sen hiç aç kaldın mı demek istiyorum. Biri çok üzgünüm dediğinde aklıma gelen ilk soru bu oluveriyor. Sen hiç aç kaldın mı? Sen hiç acı çektin mi? Başkasının derdini anlayabilmek için, senin de dertlenmiş olman gerekir. Acıyı ve derdi uzaktan bakarak anlayamazsın.”
Hayatındaki kadınların incelikleriyle yoğrulan Ferit’in zihninden hayata, aşka ve umuda dair geçen sorular zincirinden daha çok Leyla’yı düşünüyorum kitabı bitirdiğimde. Ferit’in sorularının yüreğimde bıraktığı burukluktan daha büyük Leyla için hissettiğim endişe. Kentli, kendi ayakları üzerinde duran ve hayatla bir derdi olan kadın karakterlerinin Türkiye edebiyat dünyasında ne kadar az temsil edildiklerini hatırladıkça, soruyorum, Leyla neden gitti? Yalnızlığını Ferit’e tercih etmesine sebep olan neydi? Gidenlerin ardından güneşin yeniden doğabileceğine dair inancını mı yitirmişti Leyla? Kalan olmamak için mi giden olmayı seçmişti? Çünkü biliyoruz, hayata ve aşka dair umutları yeşertmenin ana yoludur mücadele.
“Ve bu yüzden ki deliliktir, bambaşka iki insanın birbirini bazı şartlarda sevmeye çalışması, inatla. Yürek isteyen sabır isteyen durumlardır bunlar. Her zaman mücadele olacaktır şu hayatta, önemli olan mücadele fikri değil, önemli olan mücadele edeceğin kişiyi seçmek.”
Üstümüze hazır dikim elbiseler gibi giydirilen toplumsal cinsiyet rollerini hissiyat açısından alaşağı eden Bâlâ Atabek, belki bir başka romanında da Leyla’nın mücadele etmekten neden vazgeçtiğini anlatır bize.