A password will be e-mailed to you.

M.Kemal İz’in, Kerem Ozan Bayraktar’ın “Sanat ve Politika ilişkisi bağlamında Gezi Parkı Direnişi’ne dair notlar” başlıklı yazısından yola çıkarak hazırladığı yazı.

Gezi Parkı’nda ortaya konulan, yaratıcılığın ve mizahın sınırlarını zorlayan eylemler ve o eylemlerin sonuçları, başta siyasal sanat olmak üzere; sanatın tanımına ve kapsamına ilişkin birçok soruyu yeniden dillendirmemiz ve bir tartışma ortamı yaratmamıza neden oldu.

Kerem Ozan Bayraktar’ın, Sanatatak’ta yayınlanan, “Sanat ve Politika ilişkisi bağlamında Gezi Parkı Direnişi’ne dair notlar” başlıklı yazısı, söz konusu tartışma ortamının ürünlerinden biri. Nitekim Bayraktar da yazısının başında, Gezi Parkı Direnişi’nden hareketle sanat ve politika ilişkisi üzerine kişisel düşüncelerini sunacağını ve yazdıklarına yönelik karşı çıkışların ya da eklemelerin olmasını beklediğini belirtiyor.[1]

Bu çerçevede, Bayraktar’ın yazısının, sanatın ne olduğu ve sınırları üzerine genel bir çerçeve sunduğu ilk bölümü üzerine düşüncelerim aşağıdadır. Bayraktar’ın yazısının ikinci bölümünü oluşturan, Gezi Parkı ve siyasal sanat meselesine ilişkin düşüncelerimi ise bir başka yazıda dile getirmeyi umuyorum.   

“Sanat nedir?” ya da “Bu, sanat mı?” gibi sorularla ortaya konulan ve yalnızca sanat dünyasını meşgul etmekle kalmayıp, sokaktaki adamın da ilgisini çeken bir mesele olan sanatın tanımsal sorunu, bir yazının birkaç paragrafı içinde tartışılamayacak kadar derin ve kapsamlı bir sorun. Dolayısıyla sanatın ontolojisinden yalıtılmış olarak incelenmesi olanaklı olmayan bir mesele olan sanatın neliğine ilişkin düşüncelerimi tek bir yazının sınırları içerisinde bir bütün olarak ortaya koymak kolay değil. Bu nedenle, konuya ilişkin düşüncelerimi,  Kerem Ozan Bayraktar’ın düşüncelerine karşılık gelen parçalar halinde sunacağım.

Bayraktar, yazısında, Twitter üzerinden sormuş olduğu soruyu bir kez daha dile getiriyor: “Bizde yüce duygular uyandıran herşey sanat eseri midir?”

Hayır değildir.

Diğer bir ifadeyle, bizde yüce [sublime] duygular uyandıran bazı şeyler birer sanat yapıtı olarak değerlendirilebilir; ancak bu duyguyu uyandıran her şeyin birer sanat yapıtı olarak değerlendirilmesi, sanat nesnesi olan ile olmayan arasındaki sınırları belirsizleştirecektir.

Diğer yandan, bizde yüce duygular uyandıran her şeyi sanat yapıt olarak kabul etsek bile bu, sanatın bütününün yüceyle sınırlandırıldığı anlamına gelmez. “Yüce duygular uyandıran herşey”le birlikte yüce benzeri başka duygular yaratan nesneler de sanat yapıtı olabileceğinden yüce duygular uyandıran her şeyi sanat yapıtı olarak kabul etmek sanatı yüceye indirgemekle sonuçlanmaz.

Gündelik dilde kimi tersi kullanımlara rastlansa da soru tümceleri, birer önerme olmadıklarından, yargı bildirmez. Dolayısıyla Bayraktar’ın sorusu, sanatı yüceyle sınırlandırma yargısını içermez. Böyle bir sınırlandırmanın öne sürülebilmesi için “Sanat yapıtı, bizde yüce duygular uyandıran şeyledir (nesne, olay, durum)” gibi bir önermeye gereksinim vardır.

Bu noktada, sanat ve yücelik meselesine de kısaca değinebiliriz. Bu meseleye ilişkin en yetkin çözümlemelerden birini 1790 tarihli Yargı Gücünün Eleştirisi’yle Kant yapmıştır. Kant, güzel ile yüce arasında ciddi ayrımlar yapar. Buna göre, güzellik yargısı, o nesnenin biçimsel özellikleri bakımından, tikel bir nesneye atıfta bulunur. Yücelik yargısıysa, nesnenin belirli bir biçime sahip olmadığı bir tür sınırsızlık durumunu imler. Güzelden kaynaklanan haz, “pozitif” bir hazken; yüceden kaynaklanan haz “negatif”tir. Başka bir deyişle, bir olayın büyüklüğü [magnitude], sınırsızlığı karşısında insanın yetileri çaresiz kalmakta ve kişide neşeden ziyade korkuyla karışık saygıya benzer bir duygu oluşmaktadır. Konumuz açısından güzel ile yüce arasındaki en önemli farksa yüceliğin, güzel gibi, doğal nesnelere ya da dışımızdaki nesnelere karşılık gelecek biçimde kullanılmaması gerektiğidir. Yani, güzel bir nesnenin içimizde yarattığı duygudan farklı olarak yücelik duygusu, dışımızdaki bir nesneden kaynaklansa da ona ait olmayan, ahlaki [moral] bir varlık olmasından dolayı insanda meydana gelen duygudur.

“Her şey potansiyel olarak sanat olabilir” ifadesi çerçevesinde Bayraktar, “Bu herşeyin sanat olmadığı, fakat sanat olabilme özelliğine sahip olduğunu söyler. Bu ayrıca gerçeklik ile sanat arasında da bir ayrım yaratır. Gerçeklik potansiyel olarak sanat ile yüklüdür” diyor.

Her şeyin sanat olmadığı/olamayacağı açıktır. Her şeyin içinde yer alan bazı şeyler ise bir sanatçı (fail) tarafından sanat nesnesine dönüştürülebilir. Gerçeklik ancak, bir heykeltıraşın sonrasında bir kadın heykeline dönüştüreceği, mermer kalıbı kadar sanat potansiyeline sahiptir. Tüm bu çerçevede sanatın ne olduğu sorusuna yanıt vermek oldukça güçtür. Neden mi?

Martin Heidegger, Sanat Yapıtının Kökeni’nin hemen başında, köken [origin] sözcüğünü, “bir şeyin nereden, ne sayesinde, ne ve nasıl olduğu” anlamında kullandığını belirtir. Ardından Heidegger, sanat yapıtının, sanatçının etkinliği sonucunda meydana geldiğini; sanatçının da yapıtı sayesinde, bir sanatçı olarak ortaya çıktığını belirtir. Sanatçı, sanat yapıtının; sana yapıtı da sanatçının kökenidir. Ne sanatçı ne de sanat yapıtı bir diğer olmadan olamaz; ancak sanatçı ve sanat yapıtı arasındaki bu ilişki, bir üçüncü etmenin varlığını gerektirir. O üçüncü etmen, diğer ikisine önsel olan ve onlara adını veren sanattır.[2]

Sanatçı sanat yapıtıyla, sanat yapıtı sanatçıyla, sanat yapıt ve sanatçı sanatla, sanat da bu ikisiyle dinamik bir ilişki halindedir. Bu ilişkiler ağı içinde sanatın ne olduğuna ve sınırlarına ilişkin kesin saptamalarda bulunmak kolay değildir.

Heidegger, bu ilişki durumunu, belirli bir döngü içinde dönüp dolaşmak olarak yorumlar. Nitekim Heidegger için sanat, gerçek herhangi bir şeyin artık karşılık gelmediği bir sözcüktür.[3] Alman filozof, yine de sanatın sanat yapıtı içinde yattığını vurgulayarak sanatın neliğinin tespitinde sanat yapıtından yola çıkar. Ancak bu sırada sanat ile sanat yapıtı arasındaki ilişkiselliği göz ardı etmez.

“Gerçeklik ve sanat arasındaki ayrım” meselesine ilişkin olarak Adorno’nun öne sürdükleri uygun bir çıkış noktası olarak görünüyor.

Adorno’ya göre sanat, onun ne olmadığıyla ilişkisi üzerinden tanımlanır. Öyle ki sanat, özgüllüğünü [specificity], kendisini içinden geliştiği şeyden ayırarak tesis eder. Bu anlamıyla sanat, ancak kendi ötekisiyle ilişki içinde varolur. Adorno’nun "sanatın ne olmadığı" ve "sanatın ötekisi" ifadeleriyle işaret etmek istediğiyse görgül dünyadır [empirical world]. Sanat, Adorno’ya göre, görgül dünyanın içinden gelişir; ancak kendisini ondan ayırarak varolur. Görgül dünyanın kendine özel bir gerçekliği vardır. Buna karşılık sanat ise kendi gerçekliğini ortaya koyar. Varolan bir gerçekliğe karşılık, ortaya koyduğu kendi gerçekliğiyle sanat, görgül dünyadan kendini ayırır. İşte bu eytişimsel [dialectical] süreç sonucunda sanat, toplumun karşı-savı [anti-thesis] halini alır.[4]

Görgül dünyadaki anlaşmazlıklar, sanatçının o çatışmalarla mücadelesi üzerinden, sanat yapıtlarındaki gerilimlere dönüşür. Yine sanat yapıtlarındaki bu gerilimler, farklı yorumlara kaynaklık eder. Anlaşmazlıklar ve gerilimler bir arada, toplumun dönüşümü için aşılması gereken çelişkiler olarak ele alınır.[5]

Görgül dünyanın gerçekliğine karşılık sanatçı, ortaya koyduğu sanat yapıtları üzerinden farklı bir gerçeklik ortaya koyar. Sanatçı, görgül dünyadan beslenmekte, konusunu, malzemesini, mecrasını görgül dünyadan seçmekte; ancak ortaya koyduğu yapıtlarla başka bir gerçeklik ortaya koymaktadır. Böylece sanatçı, görgül dünyadaki anlaşmazlık ya da çatışmalarla olan mücadelesini yapıtları üzerinden yapmakta; Zuidervaart’ın çelişkiler adını verdiği anlaşmazlık ve gerilimler, görgül dünyanın gerçekliğine karşılık sanat yapıtının sunduğu gerçekliğin yol açtığı farklı yorumlar üzerinden aşılmaya çalışılmaktadır.

Sanatçı, sanat yapıtı ve sanat. Bu üç kavramın ilişkiler ağında sanat, bir yandan sanatçı ve onun edimleri aracılığıyla ortaya koyduğu sanat yapıtlarının bir bütünü olarak görünmekte; diğer yandan da sanatçı ve sanat yapıtlarından bir üst düzeyde, onları sanatçı ve sanat yapıtı kılan bir kavram olarak görünmektedir. İşte sanat kavramının bu durumu, onun neliğinin belirlenmesini ve sınırlarının çizilmesini zorlaştırmakta, Heidegger’in sözünü ettiği döngü kolayca kırılamamaktadır.

Bayraktar şöyle diyor: “Sanat asla doğal olamaz, nerede ve hangi şekilde yapılıyor olursa olsun yapıntıdır, gerçek değildir. Gerçekliğin verilerini kullanır fakat hiçbir zaman onunla aynı dünyada yer almaz.”

Sanat adıyla çağırdığımız şeylerin kendiliğinden/doğal olmadığı; bir öznenin eylemleri sonucunda ortaya çıkan nesne, edim, süreç ya da durumları “sanat yapıtı” olarak çağırdığımız açıktır. Bu çerçevede, bir öznenin (sanatçının) edimleri sonucunda sanat yapıtlarının, kurgu ya da yapıntı olması; doğal ya da kendiliğinden olmaması, sanat yapıtlarının/sanatın gerçek olmadığı anlamına gelmez. Sanat yapıtlarının da görgül dünyadaki diğer nesnelerle birlikte aynı dünyayı işgal eder. Dünya aynıdır ancak; sanat yapıtları görgül dünyadaki gerçeklikten farklı bir gerçeklik ortaya koymaktadır.

Kurgusallık meselesine ilişkin Bayraktar’ın ifadeleri şöyle:

“Kurgusallık ‘kasıtlı’ bir eylemdir ve bence ‘kasıt’ çoğu zaman yine kendisidir. Buna karşın, kurgusallık bir şeyi sanat nesnesi olarak tanımlamamızda yeterli değildir.”

Kurgusallık meselesinin sanatın tanımı için yeterli olmadığını düşünüyorum. Kurgusallığın kasıtlı bir eylem olması ve bizzat kastın kendisi olduğu da tartışılır. Farklı kişiler, aynı kasıtlarla, farklı kurgular ortaya koyabilir ya da benzer kurgular farklı kasıtların ürünü olabilir. Nitekim mesele, sanatçının kastı ile ortaya koyduğu kurgu (yapıt) arasındaki ilişki değil; bir öznenin kastının, o öznenin kurguladığı nesneyi sanat yapıtı kılıp, kılmadığıdır.

Elimizde pembeye boyanmış bir dozer var. Soru şu: Bu dozer, bir sanat yapıtı mı; değil mi?

Bu soruya bir yanıt vermeden önce şunu belirtmeme izin verin: Bu soruya benim ne yanıt verdiğimin; pembeye boyanmış dozerin bir sanat yapıtı olup, olmamasının; o dozerin pembeye boyanmış olmasının yanında hiçbir önemi yok. O dozer pembeye boyandı mı? Boyandı, gerisi laf-ü güzaf. Dolaysıyla benim pembe renge boyanmış dozere ilişkin aşağıda yazacak olduklarım zihin jimnastiğinden ibarettir.

Bu dozerin pembeye boyanmasındaki kastın ne olduğunun peşinde koşmamızın nedeni “Bu dozer, bir sanat yapıtı mı; değil mi?” sorusuna bir yanıt verebilmek.

Eğer bu dozeri bir sanatçı pembeye boyamışsa ve “bu bir sanat yapıtıdır” derse; bu dozer bir sanat yapıtı olacak mıdır?

Eğer bu dozeri sanatçı olmayan bir kişi ya da topluluk pembeye boyamışsa ve “bu bir sanat yapıtıdır” derse, bu dozer sanat yapıtı olmayacak mı?

Eğer bu dozeri pembeye boyayan her kimse ve dozerin sanatsal durumuna ilişkin hiçbir olumlu/olumsuz yargıda bulunmuyorsa bu dozerin sanat yapıtı olup, olmadığına nasıl karar vereceğiz?

En uç durumda da bu dozeri pembe renge boyayan bir sanatçı olsa ve “bu bir sanat yapıtı değildir” dese bu dozerin akıbeti ne olacak?

Bu sorulara benzer başka sorular da üretilebilir; ancak sanatçının kastı meselesi de içinden kolayca çıkılabilir bir mesele değildir. Dozeri pembeye boyayanın bir sanatçı olması ve onun da bunu bir sanat yapıtı olması için kasıtlı olarak boyadığını söylemesi bile o dozerin sanat yapıtı olması için yeteri olmayabilir; çünkü “sanatçı” dediğimiz de “sanat yapıtı” gibi bir sınır tespitini gerektirmektedir. Bu bağlamda, “Sanat nedir?”, “Bu bir sanat yapıtı mıdır?” soruları kadar “Sanatçı kimdir?” sorusu da önem kazanmaktadır; çünkü bir nesnenin sanat yapıtı olup, olmadığına onu kasıtlı olarak üreten kişinin (sanatçının) yargısına bakarak karar verilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada benim itirazım şudur ki tıpkı kurgusallığın, neyin sanat olduğunun belirlenmesi için yeterli olmaması gibi bir kurgunun, bir sanatçı tarafından kasıtlı olarak yapılmış olması da onun sanat yapıtı olarak kabul edilmesinde yeterli değildir.

Aslında Bayraktar, sanatçının kastının neden yeterli olmadığını şu ifadeleriyle açıklamaktadır:

“Picasso’nun ısınmak amacıyla yaktığı resimler buna örnek olarak verilebilir. Resimler artık sanatı imlemek amaçlı değil, yakacak amaçlı kullanılırlar. (Picasso yakma eylemini de sanat olarak görmediği sürece). Dolasıyla sanat nesnesi dediğimiz şey bir ayırt etme işlemdir.”

Picasso’nun yapmış olduğu resimlerin sanatsal statüsü tartışmasızdır. Picasso, bu resimleri sanata ilişkin kendi önermesini öne sürmek, keyif almak, sonrasında onları satıp, geçimini sürdürmek vb. için yapmış olabilir. Picasso’nun resimlerinin kazandığı sanatsal statüsüyse Picasso’nun onları neden yaptığından ziyade nasıl yaptığı ve ortaya ne koymuş olduğu üzerinden değerlendirilmiştir. Sonrasında Picasso’nun, o resimleri yakacak olarak kullanmasının o resimlerin sanatsal statüsünde hiçbir etkisi yoktur. Bu yalnızca, Picasso’nun kendi yapıtlarını farklı amaçlarla da kullanabileceğini gösterir.

ykemaliz@gmail.com


[1] Bu yazı kapsamında Kerem Ozan Bayraktar’dan alıntılanmış tüm ifadeler, Bayraktar’ın Sanatatak’ta yayınlanan yazısında yer almaktadır. Yazının bağlantısı:

http://sanatatak.com/view/Sanat-ve-Politika-iliskisi-baglaminda-Gezi-Parki-Direnisine-dair-notlar/317

[2] Heidegger, M. (1994), Art and Its Significance: An Anthology of Aesthetic Theory içinde. Ed. Stephen David Ross. Albany: State University of New York Press. ss. 254-280

[3] A.g.e.

[4] Adorno, T. (1997). Aesthetic Theory. London: Continuum.


[5] Zuidervaart, L. (2011). Theodor W. Adorno, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2011 Edition), Edward N. Zalta (ed.), forthcoming URL = <http://plato.stanford.edu/archives/win2011/entries/adorno/>

Daha fazla yazı yok
2024-12-25 05:38:40