Sanat kuramcısı Zeynep Sayın, sanat-siyaset ilişkisi ve Gezi Parkı Direnişi çerçevesinde, M. Kemal İz’in sorularını yanıtladı.
M. Kemal İz: Dilerseniz, Sanatatak’ın “Gezi Parkı’nın Ardından Politik Sanat” başlıklı araştırmasının ilk sorusuyla başlayalım: Bir sanat yapıtı nasıl politik olur? Olmak zorunda mıdır?[1]
Zeynep Sayın: Ben, sanat ile siyaset arasında zaten bir ayrım görmüyorum. Sanatsal olanın, bizatihi siyasal olanın kendisi olduğunu düşünüyorum. Martin Heidegger’den hareket edecek olursak, Heidegger’in hep verdiğim örneğidir: Şimşek çakarken kendini aydınlatır, kendini gösterir; kendiyle birlikte dünyayı da görünür kılar. Dolayısıyla gerçek anlamda “sanat yapıtı” diye bir şeyden söz edebiliyorsak eğer, sanat yapıtının –Gezi Direnişi, gerçek anlamdaki sanat yapıtını da sanatsal olan, sanatsal olay ve eylem kavramıyla değiştirmemiz gerektiğini öneriyor– bunun, kendiyle birlikte, dünyayı da bana görünür kılan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunun başka örneklerini de verebiliriz. Klee diyor ki “Ben görünürün resmini yapmıyorum; ben görünür kılıyorum.” Ya da Cézanne, “Gözleri ilk kez görmeye başlayan bir körün gözlerinin açılması gibi, sanat yapıtından gözleri açmasını bekliyorum.” Bu doğrultuda sanat yapıtı, daha doğrusu –sanat yapıtı ifadesini sorunlu bulduğum için sanat olayı ya da sanatsal olan gibi yeni kavramsallaştırmalara gitmemiz gerektiğini bir kez daha belirtiyorum– sanatsal olanın bizatihi siyasal olan olduğunu düşünüyorum.
K.İ.: Sanatsal olanın siyasal olmasının yanında, siyasal olanın sanatsal olma süreci için de benzer şeyleri söyleyebilir miyiz? Sanatsal olanın siyasal olma süreciyle, siyasal olanın sanatsal olma süreci arasındaki ayrımı nasıl belirliyorsunuz?
Z.S.: Çok yerinde bir soru. Yine Heidegger’e istinat edecek olursak Heidegger, devlet kurmak ile sanat yapmak arasında bir ayrım gözetmiyor. Ben bunun bir yanıyla problemli olduğunu ve Heidegger’in nasyonal sosyalizmi savunma nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan Heidegger, antik Yunan’daki kökeninden yola çıkarak, “kent” anlamındaki polis sözcüğüne kaynaklık eden yüklemin, tıpkı çakan şimşeğin, kendiyle birlikte dünyayı da görünür kılması gibi, “görünürlüğü çıkarmak, meydana getirmek” gibi anlamlara geldiğini belirtiyor. Bunu ister bir sanat yapıtı yapsın, ister bu bir kent [polis] kurularak gerçekleştirilsin; bu ikisi arasında bir ayrım gözetmiyor. Sanatsal olan ve siyasal olan aynı yaratıcılık eyleminin sonucu; açığa çıkarıyor, aydınlatıyor. Ama tersine siyasal olanın her zaman sanatsal olan olmadığını hemen söyleyebiliyoruz; fakat siyasal olan, sanatsal olana ne zaman dönüşebilir? İçinden geldiği ezberi ve koordinat sitemini kırmaya kadir bir siyasal olan var ise o zaman siyasal olan bal gibi sanatsal olana dönüşebilir ve siyasal ile sanatsal olan arasındaki farkı kaldırabilir. Tabi, içinden geldiği ezberi ve koordinat sitemini kırmaya kadir bir siyasal olan varsa?
K.İ.: Bu olabilirliğin varlığında ve ortaya koyduğunuz çerçeve içerisinde, Gezi Parkı Direnişi’nin nasıl bir yeri var? Siyasetin sanatın içine karıştığı, bunların arasındaki sınırların belirsizleştiği bir direniş olarak Gezi Parkı Direnişi sanat çerçevesinde de değerlendirildi. Acaba sözünü ettiğiniz böyle bir durum mu?
Z.S.: Böyle de bakılabilir; çünkü Gezi Parkı Direnişi’nin siyasal olan, bütün ezberleri kıran çok önemli birkaç yanı var. Bana sorarsanız en önemli yanlarından biri bu direnişin iktidar talebinin olmaması; dolayısıyla muhalif de olmamasıydı. Siyasal olanı her seferinde ne belirler? Carl Schmitt’in ünlü cümlesiyle, “Ya dostsundur, ya düşmansındır” arasındaki ayrım, tarafgirlik belirler. “Ya bizdensin, ya da onlardansın”, pozisyon alma belirler. Gezi Direnişi’nde muhalefete dair bir şey yok. Muhalefet bizim bildiğimiz anlamda ne yapar? Muhalefetin özelliği iktidar talebinde olmasıdır. Dolayısıyla da muhalefet hangi söylemin içinden gelir? Özdeşlik ve farklılık, ben ve öteki, dost ve düşman tanımlarının içinden. Muhalefette, pozisyona karşı pozisyon alınır ve yeni bir pozisyon belirlenir. Gezi Direnişi burada bir pozisyon belirlemedi; yani ne iktidar talebindeydi ne de muhalifti. “Ben buradayım, ben böyleyim, bana gölge etme, senden başka bir ihsan istemiyorum” dedi. Bu geleneksel anlamda, bildiğimiz siyaset kalıpları içinde düşünülemeyecek bir durum. Bir pozisyon bile değil; çünkü pozisyon almak her seferinde bir başka pozisyonu beslemek anlamına da gelir. Kendi içinde muhalif olmama, özdeşlik ve farklılık söylemlerinin dışında olma, iktidara talip olmama, sadece bana karışma söylemiyle Gezi Parkı Direnişi için siyasal olanın kendisine dâhildir; ama siyasal olanın içinden geçiyordur diyebiliriz.
K.İ.: Bu anlamıyla Gezi Parkı Direnişi’nin bildiğimiz anlamda siyasal olmadığını farklı bir siyasallık taşıdığını söylüyorsunuz.
Z.S.: Bundan bu sonuç da çıkar. Sanat olayı zaten özü gereği siyasaldır. Özü gereği, benim bitmiş görünen bütün ezberlerimi, dünya görüşlerimi değiştiriyor; benim gözümü açıyordur. Yeni bir görme; dolayısıyla düşünme biçimi üretiyordur. Böyle düşündüğümüzde, bana yeni bir gözle bakmayı ve düşünmeyi öğreten her şey siyasaldır. Böyle bir sonuca yol açmayan sanat yapıtları nihai olarak neye dönüşürler? Dekorasyona, şıklığa, süse, bezemeye…vb. Ayrımı, burada gelerek tartışmak lazım. Şık bir eşarbı, şalı hepimiz severiz; ama bütününde benim bütün ezberlerimi dünya görüşlerimi değiştirmez. Bu nedenle siyasala dair değildir. Sanat olayının zaten özü gereği siyasal olduğunu söylediğimizde, diğerinin aslında sanata ve siyasala dair bir şey olmadığını göstermemiz gerekiyor. Mesela Express dergisinin Gezi Parkı’na ayrılmış sayısının kapağında yer alan görselde “Cihat Burak’ın resimleriyiz” denmiş.[2] Bunu çok önemsedim; çünkü Cihat Burak, Türkiye Cumhuriyeti’nde, benim dünyaya ve memlekete bakışımı değiştiren ender ressamlardan biri. Son derece siyasal, siyasetin içinden gelen bir ressam Cihat Burak. Bu ressamlardan kaç tane var memleketimizde? Çok az sayıda… Bu arada, ben “siyasal olan” derken siyasal konuları, temaları işleyen sanatçılardan bahsetmiyorum.
K.İ.: O halde bir sanat yapıtında siyasal içeriğin ön planda olmasını, o yapıtın “siyasal olarak” adlandırılabilmesi için yeterli bulmuyorsunuz?
Z.S.: Kesinlikle. Politik temaları işliyor ya da politik bir içeriğe sahip diye bir sanat yapıtı politik olmaz. Tam tersine bu gibi sanat yapıtları, bildiğimiz ezber içinden gelerek ve muhalefet yapma özelliğiyle de politik olanı malzeme edinerek, bizim körelmemize bile yol açabilir; çünkü estetiğin karşıtı olan anesteziye yol açar. Tabi ki bunlar çok ince çizgiler. Cihat Burak’a geri dönecek olursak, Burak’ın yapıtlarını birebir politik sanatın örnekleri olarak düşünüyorum. Yüksel Arslan’ı da politik sanatın bir örneği olarak düşünüyorum.
K.İ.: Böylece, “Politik açıdan etkili olduğunu düşündüğünüz bir sanat yapıtı örneği verir misiniz?” şeklindeki ikinci soruya da yanıt vermiş oldunuz.
Z.S.: Cihat Burak örneklerden biriydi. Neden Gezi Parkı’ndaki gençler “Cihat Burak’ın resimleriyiz” diyorlar? Gezi Parkı’nda olay ağaçtan patladı. Olayların asıl başlangıç nedeni, bizim coğrafyamızdaki ana “simgelerinden” biri olan ağaçtı. Ben, Gezi Parkı isyanının, Cihat Burak’ın izini sürdüğü hayat ağacıyla da alakalı olduğunu ve aynı zamanda 13. yüzyıldaki isyanların bir devamı olarak da okunabileceğini düşünüyorum. Bütün bu fakir, garip, derviş, çapulcu… Niye “çapulcu” diye eleştirdiler? Biz de kendimizi hemen “çapulcu” diye benimsedik? Bütün bu çapulculuğun o dönemdeki isyankarlıktan gelen bir gelenek içinde olduğunu, Yüksel Arslan’ın da Siyah Kalem’den gelen o harikulade ören yerlerini, molalarını, şamanları, çamaşır yıkayanları, ateş yakanları; sonra da Gezi Parkı’ndaki dilek ağaçlarını düşünelim. Onları kimse yayımlamadı. Elmadağ’da galeriye dönüştürülen bölümün önünde harikulade bir dilek ağacı vardı. Parkın içinde bir sürü güzel dilek ağacı vardı. Bu, içinden geldiğimiz geleneğin bir uzantısı. Bir yanıyla devrim, bir yanıyla benim bakışımı değiştiren yeni bir şey. Başka bir yanıyla da yüzyılların geleneğinin içinden geliyor. Dolayısıyla “Cihat Burak’ın resimleriyiz” ifadesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
K.İ.: Sanatın içinde, siyasetin ne tür bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz? Sanat olan zaten siyasal olansa, size göre siyasetin bu süreçteki rolü nedir?
Z.S.: Tersinden gelerek düşünelim. Gezi Parkı’nda, gizliden görünürlüğe, özelden ya da mahrem olandan kamusal olana doğru açığa çıkarılmış bir olay vardı. Bu kamusallığın içinde, Türkiye ve dünya siyasetini belirleyen bir şey oluştu ve bunun etkileri halen sürmekte. Aslına bakarsınız bu durum da 11 Eylül ya da Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi temel bir şey. 11 Eylül için de “sanat mıdır?” tartışmaları yapıldı. 1989 yılında, Berlin Duvarı yıkıldığı zaman böyle tartışmalar yapılmamıştı. Gezi olayları sürecinde de 11 Eylül ve Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi dünyadaki bakışı değiştiren bir şey oldu. Teker teker ele aldığımızda ve direnişi bir sanatsal olay olarak düşündüğümüzde, olayın bir gerçekleşme yeri olduğunu, o topografyadan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini görüyoruz. Gezi olayları, kendi yerini, kendi alanını açtı. Bienallerde, Documenta’da vb. yerlerde, sürekli olarak vurgulanmaya çalışılan şey, meseleleri kendi yerinden hareketle ele almak; kendi olayını kendi yerinde/mekânında yaratmak değil midir? Bu noktada kimsenin kalbi kırılmasın; Türkiye için konuştuğumuzda, yapılan bütün Bienallerin suni olduğunu söyleyebiliriz. Hatta ve hatta, ilk ikisi –dostum olmaları ya da olmamaları bir şey değiştirmez, kaldı ki başka bir bağlamda ben de bu “hain”ler ordusuna dahilim– Beral Madra’nın, üçüncüsü de Vasıf Kortun’un küratörlüğünde gerçekleştirilen ilk üç bienal, tırnak içinde “vatan hainliği”dir. Neden? Çünkü bu bienallerde, kendi yerinden, kendi toposundan açılan bir alandan söz edemiyoruz. Orada hakikaten, cebredici, baskıcı, dışarıdan inme, tümüyle suni olan ve burayla hiçbir alakası olmayan bir durumdan söz ediyoruz. Bunun da bir anlamda siyasi olduğunu; ama “sömürge valiliği” olduğunu düşünüyorum. Hepimiz, şimdiki AK Parti’den bu anlamda sorumluyuz; çünkü bir zamanlar hepimiz sömürge valisi gibiydik. Ben olmamaya imtina etmiş olduğumu söylesem; sen, o, biz, siz, onlar söylese bile bir şey değişmez; öyleydik. AK Parti iktidarı da bu sömürgeciliğe karşı çıktı. Onların artık tahammül edemediğimiz mazlum, mağdur edebiyatları ve söylemleri de buradan geldi işte. Gezi Parkı’na dönecek olursak, park kendi alanını açtı ve bu alan içinde kendi ritmini, döngüsünü yarattı. Örneğin Dönen Adam, AKM’nin üstünde bile gaz maskesiyle döndü; Mevlana gibi… ki o da son derece önemli bir noktaydı, gökten aldığını yere verdi. “Siyah Kalem, Yüksel Arslan, Cihat Burak” diyorum, ta Orta Asya’dan buraya gelen gezginlerden, göçerlerden söz ediyorum… O da geldi, semah yaptı; Dönen Adam oldu. Ondan sonra o dönme hareketi, durma hareketine dönüştü: Duran Adam oldu. Başından beri pasif direniş; ama Duran Adam harikuladeydi. Gandhi’nin bir devamı olarak bile düşünebilir. Ondan sonra ne oldu? Karanfil verme eyleminde, bir başka alan açıldı; karanfiller verildi. Levni’yi, Fatih Sultan Mehmet portrelerini, Barbaros Hayrettin Paşa’yı, minyatürde karanfil geleneğini hatırlatırım. Dün, yeryüzü sofralarında, bu kez İstiklal Caddesi’nde bir alan açıldı. Bu alanın açılması, benim iftara, ramazana olan bakışımı değiştiriyor. Bu sanatsal bir olay değil de nedir? Bana sorarsanız, bu bir sanatsal olaydır. Ve kutsaldır.
K.İ.: İstiklal Caddesi’nde kurulan yeryüzü sofralarından yola çıkarak, “Bu alanın açılması, benim iftara, ramazana olan bakışımı değiştiriyor,” dedikten sonra “Bu sanatsal bir olay değil de nedir?” diye sordunuz. Bu noktada, bir şeylerin sizi derinden etkilediği anlaşılıyor. Sanat kavramını böylesi bir bağlamda kullanma nedeniniz de bu etkilenme olabilir mi?
Z.S.: Burada iki şeyi ayrıştırmamız gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak, sanatsal olanla siyasal olanı; ikinci olarak da Akdeniz’in batısına ve doğusuna dair olanı ki bu ikincisini henüz yapmadık. İkincisinden başlayacak olursak bizler, “sanat” diye ayrışmış bir alandan Akdeniz’in batısında, batılı tarihsel insanın coğrafyasında söz ettik. Sanat sanattır; iş iştir; ahlak ahlaktır; siyaset siyasettir ve bunlar birbirlerinden farklıdır. Bu Akdeniz’in batısına dair, tırnak içinde, bir “icattır” ki Marcel Duchamp’la başlayarak, Joseph Beuys’la, Documenta’yla kırılmaya çalışılan da zaten sanat ile yaşam, sanat ile siyaset arasındaki ayrım olmuştur. Akdeniz’in doğusundaysa zaten böyle bir ayrım, “sanat” diye ayrışmış bir alan yoktu. Dolayısıyla, konuşurken nereden bakıyoruz?
Yine de sanatsal olanı ve siyasal olanı Yunan’dan yani Batı’dan gelerek tartışmamız gerekiyorsa, estetik ve aisthesis arasındaki daha önce sözünü ettiğim ayrımdan söz etmek isterim. Sanatın, sanat olarak, diğer alanlardan ayrıştığı yeniçağın öncesinde antik Yunan’da, aisthesis duyulara ait olan bir alandı; “güzellik” ya da “sanat” diye ayrı olarak etiketlenmiş bir alana ait değildi. Bu anlamda, sanat ile yaşam arasında bir ayrım yoktur. Ancak bunu söylemek kolaya kaçmak olur; çünkü “sanat yapıtı olan”, “sanatsal olan” diye bir ayrışmışlık geleneğinden geliyoruz. Siyasal olanla sanatsal olan biçimindeki ilk ayrımı da burada tartışmamız gerekir. Örneğin, 1980 öncesi yapılan kimi yürüyüşlere ben de katılmıştım; ama siyasi bir yürüyüşün hiçbir zaman sanatsal bir olay olduğunu düşünmedim; çünkü o dönemde yapılanlar, verili şemalar içerisinde aynı ezberlerin tekrarından başka bir şey değildi. Verili alanlar içinde, benim hiçbir ezberimi kırmayan; “yeni bir dünya yeni bir dille yaratılıyorsa” benim herhangi bir dilsel ezberimi bozmayan; aynı suçlu göstergeleri kullanmayı sürdüren olaylardı. O anlamda siyasete dâhil olan, sanatsala dönüşememişti. “Günümüz sanatında, siyasetin yeri nedir?” diye sorduğumuzda, ben Batılı toplumlara baktığımda, eski anlamdaki sanat kavramının zaten Batılı toplumlarda da artık kullanılamayacağını düşünüyorum. Eski anlamdaki gibi, ortak, uzlaştırıcı, genelleyici, birleştirici, buluşturucu anlamda kullanılamayacağını düşünüyorum. Artık sanatsal olandan anlaşılan ayrımların çok farklı olduğunu, sanatın birleştirmediğini; ayrıştırdığını düşünüyorum. Maalesef, “sanat” diye tarif edilen şeyin, büyük ölçüde bir yatıştırıcıya, ehlileştirme sürecine dair bir şeye dönüşmüş olduğunu düşünüyorum. Sanat, tam da siyasal olanı kendi teması kıldığı için böyle bir şeye dönüşüyor. “Sanat” diye bir şeyin kalması gerekiyor mu? Bana sorarsanız, gerekmiyor. Sanat, başka bir forma dönüşecekse ve bu form, daha manalı bir form olacaksa amenna. Bu noktada, “sanat kalsın” muhafazakârlığı yapmanın bir anlamı yok. Ancak yurtdışındaki çeşitli bienallere, fuarlara gidiyor; sürekli olarak bunları tartışıyor, çeşitli içerikleri güzel güzel yiyoruz… Bunun siyasal olanı tehlikeye soktuğunu düşünüyorum.
K.İ.: Sanatın toplumsal alandaki rolü ve etkileri bağlamında neler söylemek istersiniz?
Z.S.: “Sanat” diye ayrışmış bir alanın ille de sürdürülmemesine dair bir muhafazakârlığın öncülüğünü yapmak istemem. Sanatın, başka bir şeye, örneğin yaşama dönüştüğü bir model olabilir. Buna en yakın örneğin Japonya olduğunu düşünüyorum. Çiçek yetiştirme sanatının, çay içme sanatının, mutfak döşeme sanatının, koltuk kaplama sanatının vb., her seferinde yeni bir alan açarak, ortak uzlaşım oluşturduğu bir dünya olabilir. Bu noktada, siyasete gerek bile kalmaz; ama böyle bir yer yok. Böyle baktığımızda, bu Japonya da hayali bir Japonya. Her etkinliğin kendi içinde bir değer taşıdığı, ayrışmadığı; tasavvufta “amel birliği” denilen şey… Ne yapıyorsanız, onu nazik ve edepli bir biçimde yaptığınız bir alan varsa, bunun, o anlamda siyaseti aşabileceğini düşünüyorum. Şahsen ben, böyle bir toplum içinde yaşamayı arzularım. Bu sizi, edebe, nezakete, terbiyeye, inceliğe yöneltebilir. Bu durum, siyaseti de dönüştürür. Kyoto’da deprem oluyor, belediye başkanı intihar ediyor. Bir de böyle bir şey var. Ya Gezi Parkı gibi gerçekten, bir anda çakan şimşek gibi, benim bakış açımı değiştirebilir ya da toplumsalın kendisini zaman içinde dönüştüren bir şey olabilir. Edep… Evvelki gün, şaka gibiler, Gezi Parkı’nı açıyorlar, “Hadi gelin” diyorlar; sonra da gazlıyorlar. Tuzak! Akla gelebilecek her türlü terbiyesizliği ve şımarıklığı yapıyorlar.
K.İ.: Bunu bir tür mağduriyet döneminin ya da sürecinin sonuçları olarak değerlendirenler de var. Bu çerçevede, ortaya konulan tüm bu davranışlar bir hak olarak görülüyor olabilir mi?
Z.S.: Hiroşima, 6 Ağustos 1945. Atom bombasını Amerikalılar atıyor; Japonlar ise Hiroşima Anıtı’na, “Biz, bunu bir daha tekrar etmeyeceğiz,” diye yazıyorlar. Burada biz, tüm insanlık oluyor. Gezi Parkı, kimlik siyasetinin ötesinde bir yerden konuştu. Bugüne kadar bildiğimiz bütün siyasetler kimlik siyasetleriydi. “Kadın olarak beni tanı”, “Eşcinsel olarak beni tanı”, “Kürt olarak beni tanı”… Hepsi tanınma siyasetleriydi. Gezi Parkı, “beni tanı” siyasetini yapmadı; “Bana karışma!” dedi: “Beni tanıman, benim umurumda değil. Sadece bana karışma!” Bunun tam olarak anlaşılabildiğini düşünmüyorum. Örneğin AK Parti, sadece ve sadece kültürel kimlik siyasetinden geliyor. Buna da Batılı tarihsel arkadaşlarımız, biz, ben yol açtık. Az önce Beral Madra’ya, Vasıf Kortun’a laf ettim; ama ben de masum değilim. Ben de İslami sanatların, edebiyatların vb. kuramsallaştırılması sürecinde büyük çabalar sarf ettim. Bu açıdan, kültürel kimliklerin tanınmasına benim de desteklerim oldu, istemediğim bir kimlik siyasetinin aracısı, dahası savunucusu oldum. AK Partiler, “Kültürel olarak beni tanı” diyorlar. Bunun altında mazlumluk, ötekilik, mağduriyet söylemleri yatıyor. On bir yıldır egemen olan bir siyasal partinin nasıl bu kadar mazlum ve mağdur olduğunu anlamak mümkün olmamakla birlikte tüm bu söylemleri, yaptıkları çirkinliklerin ve kabalıkların meşruiyeti olarak kullanıyorlar. Japonya örneğiyle söylemeye çalıştığım da buydu: Öyle bir ütopya olsa ki yaşam sanat olsa, yaşamın her alanında kibarlığa, terbiyeye, edebe beni eğitse, kabalığa, çirkinliğe ve hoyratlığa değil. O zaman bu insanlar da böyle olamazlar. “Daha önce hatalar yapıldı; ben de bunu yapmayayım,” diye düşünmüyor… “Ben daha çok bina yapacağım… Ben daha fazlasını istiyorum…” diyor. Kimse bu kadar kaba olamamıştı bu memlekette. 12 Eylül bile, o korkunç zulmümle beraber, bu kadar kaba olamamıştı. Gezi ise nezaket ilkelerine çok yakın olan, çok ince ve nazik bir eylemdi. Nasıl bitirelim? Gezi gibi bir inceliğe sahip olan sanatsal devrimlerle…
K.İ.: Çok teşekkürler…
Z.S.: Ben teşekkür ederim…
Notlar:
[1] Bu röportaj, 10 Temmuz 2013 tarihinde gerçekleştirilmiştir.
[2] Söz konusu ifade, Express Dergisi’nin Haziran-Temmuz 2013 sayısının kapak görselinde yer almıştır.
Görsel: http://www.taraf.com.tr/adnan-yildiz/makale-bizim-park-saraylara-bedel.htm