…Hasan Pehlevan galerinin ortasında bir çığlığı yükseltmeye çalışıyor. Gözlerimiz zamanın şeyler üzerinde yarattığı etkiyle karşılaşmıyor. Eğer öyle olsaydı bir iz, tortu, çatlak ellerimizin narin dokunuşuna kendini sunacaktı. Lirik bir duyguya sürüklenecek, zamanın dokunduğunu, türlü içsel ve dışsal kuvvetlerle şeyleri kendi haline bırakmadığını hissedecektik… Fakat kumların içinde kendini açığa vuran, kırılmış duvarların içinde kırılgan ve ince dokunuşlarla birbirine tutunmaya çalışan molozlar binlerce yıldan arta kalanların çınlamalarıyla yankılanmıyor bu yerde…
Hasan Pehlevan geometri, yüzey, boşluk, çizgi ve renkle kurduğu formlarla ilgisini bir müddet devam ettirdi. Sanırım buradaki amacı yaratılan formun bir bakış sağlayıp sağlayamadığıydı. Bakanda bir tür yanılsama ortaya çıkarma isteği güdüyordu. Kuşkusuz bu anlayış, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım sonrası ortaya çıkan Optik Sanat‘ın (op – art) sanatsal kodlarıydı. Görmek için bir olanak sunma ihtiyacı. Sanatçının, kentsel dönüşüm adı altında yapılan değişim ve dönüşüme tüm ilgisini ve dikkatini çektiğinde dahi buralardan arta kalan buluntu nesnelerde de bu türden formlara yer verdiğini kişisel ve grup sergilerinde gözlemlemiştik. Belki de bütün bu pratiklerin ortak amacı; türlü ideolojik, ekonomi politik söylemlerle yeni dünyalar, ütopik adalar ve yaşamlar sunulacağı bakışına karşı, yıkımın yaratacağı hafıza ve imge kaybının nelere yol açacağına dair bir bilinç edinmek.
Ama bir şeyden bakışı kurtarmak istiyorsak ona daha iyi bakmamız gerekmez mi? Sunulan bakışın sonsuz direnci, ters istikametler ve yollara saparak ancak büyük bir çarpışmayla kırılacak. Böyle bir çarpışmayı göze almak, bunun bedende yaratacağı çığlıklarla ürpermek varoluşsal, etik, politik ve sanatsal anlamda yeni ihtimallere yol açacaktır.
Hasan Pehlevan iki yıl önce PG Art Gallery‘de açtığı “Formicarium“la kentlerin bir tür istilaya ve talana maruz kaldığını vurgulamış, bu istiladan kurtardıklarını (moloz) birer arkeolojik nesne gibi sergilemişti. Bu serginin devamı niteliğinde nitelenebilecek ve yine aynı galeride açtığı “Anıtsal Tahribat“la galeriyi arkeolojik bir kazı alanına çeviriyor. Son yüzyılda giderek şiddetini arttıran kapitalizmin ekonomi-politiğinin kent ve hafıza üzerindeki şiddetini açığa vuruyor. Bunca yıkımdan sonra geçmişle kurulacak bağın da bu süreçte tahribata uğradığını dillendiriyor.”Bugünden geriye ne kalacak?” sorusu sergi boyunca peşimizi bırakmayacağa benziyor.
“Bir yeri arkeolojik kazı alanına çevirmek”
“Bir yeri arkeolojik kazı alanına çevirmek ne demektir?” Sanırım yüzeyle kurulmuş ilişkiler ağından arta kalan formların geçmiş, bugün ve gelecekle ilgili söyleyeceklerinin olmasıdır. Yukarıdan aşağıya doğru inildikçe her bir kod, katman veya yüzey birçok bakımdan benzer ya da farklı bir şekilde kendini gösterir. Gündelik hayatlarımızın, inançlarımızın, kültürel kodlarımızın daha da önemlisi varoluşsal sancılarımızın altındaki nedenlere doğru ulaşılmaya çalışılır. Her bilim dalında olduğu gibi arkeolog eldeki bulgulardan varsayımlar üretir. Bir başka koddaki formlar bu varsayımların çoğunu doğrularken, başka bir katmandaki bulgular bu varsayımları geçersiz kılabilir. Yine de bu bulgular birçok şey söyler.
Ama sanatçı başka bir şey söyler. Beşeri ve doğa bilimlerin varsayımlarını da yanına alarak. Bir şeyi sanat yapanın ne olduğunu daima kendine sorarak… Zamanımızın gerçekliğini karikatürize etmeden farklı ifade yollarıyla o gerçeklikle yüzleştirmeye kalkışır. O gerçekliği duymak isteyene duyurma çabasındadır.
Molozlar binlerce yıldan arta kalanların çınlamalarıyla yankılanmıyor
Hasan Pehlevan galerinin ortasında bir çığlığı yükseltmeye çalışıyor. Gözlerimiz zamanın şeyler üzerinde yarattığı etkiyle karşılaşmıyor. Eğer öyle olsaydı bir iz, tortu, çatlak ellerimizin narin dokunuşuna kendini sunacaktı. Lirik bir duyguya sürüklenecek, zamanın dokunduğunu, türlü içsel ve dışsal kuvvetlerle şeyleri kendi haline bırakmadığını hissedecektik… İşte burası, bu yer veyahut bu yapı uzun ve uzak bir geçmişten bize seslenecekti. Şimdi burada olduğumuzun ağırlığı ve pek tabii hafifliğini duyumsayacaktık. Zamanın kollarına doğru süzülecektik. Fakat kumların içinde kendini açığa vuran, kırılmış duvarların içinde kırılgan ve ince dokunuşlarla birbirine tutunmaya çalışan molozlar binlerce yıldan arta kalanların çınlamalarıyla yankılanmıyor bu yerde.
Günümüzden yüzlerce yıl sonraya ulaşılacağı tahmin edilen, hemen hemen hepimizin bulacağı, kullanım değerini çoktan yitirmiş, şimdide göz ardı edilen, yok sayılan, kentlerin uzağında yığınlar oluşturan medeniyetimizin şiddet dolu enkazını gösteren molozlar birer arkeolojik nesne gibi sergileniyor ve onlara bir değer atfediliyor. Bir tür şimdinin arkeolojisini yapıyor diyebiliriz. Bunca şiddet yüklü zamandan bir şeyleri kurtarma gayreti olarak yorumlayabiliriz. Buradan geriye bir şey kalacaksa en önemsizinden mi başlamamız gerektiğini vurguluyor? Eğer bu yıkımdan bir şeyleri kurtarmaya çalışacaksak şiddete uğrayana, uğrayanlara yönelmemiz gerekiyor.
Bir tarafta şehirler bir moloz yığınına dönüşürken diğer taraftan yüzlerce yıldır kentle özdeşleşen, onun aurasını, kimliğini, dokusunu oluşturan yapıların varlığı bir bir ortadan kalkıyor ya da kaldırılmaya çalışılıyor. Büyük kentlerde devlet ve sermaye işbirliğiyle altkültürler yerlerinden kovularak yeni yaşam alanları oluşturuldu. Anadolu’daki birbirinin aynısı şehirler inşa edildi. Diğer yanda Sur‘da yaşanan yıkım var. Binlerce yıldır kadim bir yer olan Hasankeyf suyla boğulacak. Bütün bu olup bitene eğilmeye çalışan sanatçının bu amacını sergide yer verdiği mimari yapılarda daha iyi anlıyoruz. Galeride oluşturan kolonlara gizlenmiş ancak küçük bir delikten baktığımızda görebileceğimiz anıtsal mimarilerin varlığıyla göz göze geliyoruz. Bu bir kilise, çeşme veyahut herhangi bir yapı olabilir. Bir kolondaki delikten baktığımızda ise koyu bir karanlıkla baş başa kalıyoruz. Evet, geriye kopkoyu bir karanlık kalıyor.