Galip Tekin, ‘’Üniversite bitirmediğim halde Boğaziçi’nde hoca olan sanırım sadece ben varım’’ diyerek çizgi romanın inceliklerini anlatıyor… "Oğuz Aral ‘’Bak, burada üç dergi var, bırak akademiyi ben sana hem çizgi çizmeyi öğreteyim hem de üstüne para vereyim’’ dedi. Öyle başladık…
Mizah tarihimizin 80’li ve 90’lı yıllarına damgasını vuran Gırgır dergisinde, efsane Oğuz Aral ekolünden yetişen çizerlerden Galip Tekin, tam 21 yıldır Boğaziçi Üniversitesi’nde çizgi roman dersleri veriyor.
Kendine özgü çizgileri ve fantastik hikâyeleriyle bir dönemin ünlü mizah dergisi Gırgır’ın öne çıkan isimlerinden biri olan çizer Galip Tekin’in fanatik okurları onu ‘acayip hikâyeler’’iyle, karanlık tiplemeleriyle, Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşanan, gerçek ile kurgu arasındaki inanılmaz tuhaflıktaki insan öyküleriyle tanıdı, sevdi.
Bir dönem televizyon için yazdığı ‘’Acayip Hikâyeler’’ adlı diziyle, televizyon tarihinin en cesur işlerinden birine imza atan Tekin, halen Uykusuz dergisinde çizmeye devam ediyor. Tekin aynı zamanda Boğaziçi’nde Çizgi Roman dersleri veriyor. Tam 21 yıldır ders veren Tekin, ‘’Üniversite bitirmediğim halde Boğaziçi’nde hoca olan sanırım sadece ben varım’’ diyerek çizgi romanın inceliklerini anlatıyor…
Nasıl kesişti yolunuz Boğaziçi Üniversitesi’yle, oradan başlayalım mı?
1990’larda Beyoğlu’nda meşhur bir mekânımız vardı: Kemancı. Yazar, çizer, çizer ve akademisyenlerin sürekli geldiği bir bardı. Müdavimlerimiz arasında Boğaziçi’nde Sosyoloji Bölümü’nde profesör Faruk Birtek hocanın asistanı vardı; Güniz Hanım. Bir gün Güniz bana okulda ders verme fikrinden bahsetti. Ben de o dönemde çok yoğundum. Olurdu olmazdı derken bir gece beni Refik Restoran’a yemeğe davete ettiler. Yemeğe Faruk hoca da gelecekti.
Hayatımda ilk kez bir profesör görecektim! Tabii insan profesör deyince takım elbiseli, ceketli kravatlı birini bekliyor. Derken Faruk Birtek geldi. Darmadağın, üzerinde siyah bir tişört. Tabii sonradan çok sevdiğim bir insan olmuştur. O akşam oturup konuştuk. Fakat ben konuşulanların çoğunu anlamıyorum, yarı İngilizce yarı Türkçe konuşmalardan sıkılıyorum. Dayamayıp kalktım, bir bahaneyle kaçtım oradan! Sonra baktım ki hepsi kalkıp yanıma gelmiş. Beni ikna ettiler ve yarım dönem denemek üzere okulda ders vermeyi kabul ettim. Sonra bir yarım dönem daha derken 21 yıl oldu…
Boğaziçi’nde ilk döneminiz nasıl başladı?
10-15 öğrencim vardı. Dersin adı Art of Animation olarak konulmuş. Bu yüzden bir kısım öğrenci dersi otellerde yapılan animasyonla ilgili sanıp gelmiş, bir kısmı da çizgi film sanmış. Böylelikle ilk sınıftan 10 kişi falan hemen terk etti dersi. Dersin adını değiştiremedik bir türlü, isim de öyle kaldı. O dönem verdiğim dersler çok eğlenceliydi. Arada sırada çizer Erdil Yaşaroğlu geliyordu konuk hoca olarak, Cem Yılmaz Boğaziçi’nde okuyordu. O da derslere geliyordu. Her dönem başında uzatarak 21 yıla ulaştık. Sanırım en fazla öğrencisi olan derslerden biri oldu benim ders.
Öğrencileriniz arasından çizer olmak isteyen çıktı mı hiç?
Öğrencilere şöyle bir zararım dokundu galiba; bu işi o kadar sevdiler ki kendi işlerini yapmayıp reklam ajansına geçen öğrencilerim oldu. Mesela iki asistanım art direktör olarak çalışıyor şimdi. Hatta politika, uluslararası ilişkiler okurken alanlarını bırakıp Amerika’da çizgi roman eğitimine devam edenler oldu. Keyifleri yerinde. Öğrenciler beni hoca değil de bir ağabey hatta şimdilerde yaştan ötürü baba gibi gördükleri için gelir her şeylerini anlatırlar. Aralarında çok parlak isimler çıktı. Mesela eski dönemlerden Fevzi Özşahin Penguen dergisinde çiziyor. Boğaziçi’nde çocuklar Leke adlı bir dergi çıkarıyorlar.
Peki dersler nasıl geçiyor, neler anlatıyorsunuz?
Dersler çok eğlenceli. Ağır derslerden gelen çocuklar için rahat ve keyifli oluyor. Öncelikle insan anatomisi gösteriyorum. Sonra insanı hareket ettirmeyi anlatıyorum. Perspektif çizimleri derken yavaş yavaş hikâye buldurmaya, kurgulamaya yönlendiriyorum. Dersin içine her şey giriyor. Zaman geliyor sosyolojiden konuşuyoruz, ya da zooloji giriyor, hayvan çizmek istiyorlar. Zooloji deyince işin içine evrim giriyor. Sanırım ben iyi bir hocayım. Gırgır’dayken de amatörlere ben öğretirdim çizmeyi. Ama ben de öğrencilerden çok şey öğrendim. Eskiden kalma İngilizcem burada epey ilerledi. Exchange öğrencilerim var. Onlara da ders anlatmam gerekiyor. Aslında çizgi çizerek her şeyi anlatabilirsiniz. Müzik için beynelmilel dil derler ama daha beynelmilel olan bence çizgidir. Mesela Çin’e gittim ve hiç Çince bilmiyorum. Pekin ördeği yemek istesem, bir ördek çizip üzerine çatal saplasam herhalde oradaki adama derdimi anlatabilirim.
Çizgi öğretilebilir diyorsunuz peki hikâye kurmak, hikaye anlatmak öğretilebilir bir şey mi?
Çizgiyi öğretebilirsin bir şekilde ama hikâye bulmak başka bir şeydir. Hikâye bulmayı teknik olarak öğretebilirsin. Hayal gücü kuvvetliyse iyi hikâyeler çıkar. Mesela türbanlı bir öğrencim vardı bana inanılmaz hikâyeler anlatıyordu. Hikâyenin nereden çıkacağı hiç belli olmaz. Çocuklar derste, eğer hikâye bulamıyorlarsa en azından hikâyenin başını buluyorlar. Sonunu bazen ben tamamlıyorum. Eğer hiçbir şey bulamazlarsa açıp Edgar Allan Poe veya Borges okuyoruz. Çizgi romancı olmak için hikâye yazabilmen lazım. İyi bir çizgi ile birleşebiliyorsa o zaman iyi bir çizgi romancı oluyorsun.
Sizin hikâyeleriniz başka örneği olmayan türde hikâyeler. Fantastik bilimkurguyu çizgiye katmak örneğin, bir ilkti…
Ben kurgubilime mecburiyetten başladım. 12 Eylül 80 darbesinde her şey yasaktı. Bizim en büyük beslenme kaynağımız ise politikacılardı. O da yasaklanınca derdimizi kurgubilimle anlatmaya başladık. Mesela ben o dönemde inanılmaz işkence hikâyeleri çizdim ama tümü başka bir gezegende geçiyordu. O zaman da kimse bir şey demiyordu. Bizim kültürümüzde aslında korku hikâyeleri hep vardı. Gece olunca büyükler evde çocuklara oturup korku hikâyeleri anlatırlardı. Anadolu’da nereye gitseniz her bölgede böyle hikâyeler vardır. Bu nedenle bu hikâyeler uzak gelmedi okuyucuya. Fantastik bilimkurguyu sevdiler.
Bir zamanlar, 90’lı yıllarda sizin de sahibi olduğunuz Kemancı’da adınız bir efsane gibi dolaşırdı. Karanlık bir odada oturup tuhaf hikâyeler çizdiğiniz söylenirdi…
O odanın kapısı hep açıktı. Derdi çizgi olan herkes girip çıkardı. Ben orada Tolga diye bir çizer yetiştirdim. Tolga barda çalışırdı. Sürekli bar tezgahı altında bir şeyler yapardı Tolga. Ben de hesap kitap işleriyle uğraşıyor sanırdım. Bir gün baktım çiziyor. Ona gel dedim, çizgi dersleri verdim. Sonradan çok iyi çizer oldu, önemli reklam şirketlerinde çalıştı Tolga Hırsova.
Şimdilerde neler yapıyorsunuz, dersler dışında?
Uykusuz dergisinde çiziyorum ama okul açılınca o aksayacak biraz. Beni Boğaziçi’nde çok çalıştırıyorlar ! Derslerim 13.00’te başlamasına rağmen, dersleri çakışan öğrencilerle daha erken buluşabilmek için okula erken geliyorum.
Çizerlik sizce okullu olarak yapılabilir bir şey mi?
Bu işte alaylı olmak, usta-çırak ilişkisi önemli. Boğaziçi’nde üniversite bitirmemiş tek hoca benim bildiğim kadarıyla, çünkü ben okuyamadım. Üç dergide birden çalışıyorsun nasıl okuyacaksın? Akademiyi kazandım ama gidemedim. Bir gün rahmetli Oğuz Aral bana ‘’Sana akademide çizgiyi öğretiyorlar mı’’ diye sordu. Akademi’de çizgi filan öğretmiyorlardı. Oğuz ağabey ‘’Bak, burada üç dergi var, bırak akademiyi ben sana hem çizgi çizmeyi öğreteyim hem de üstüne para vereyim’’ dedi. Öyle başladık…