A password will be e-mailed to you.

"Sağ cebinde insan sevgisi, sol cebinde acımasızlık belgesiyle dolaştı. Duruma göre, hangisi gerekiyorsa onu çıkardı. Birlikte çalıştığı herkese ihanet etti. Bunu bazen yalnızca susarak yaptı."

1759 yılında Nantes’da, denizcilik ve ticaretle hayatını kazanan  bir ailede doğdu. ‘Cılız, kansız ve çirkindi.’ Ailesinin beklentilerini karşılayamayacağı ortaya çıkan kişisel özellikleri ve dönemin toplumsal yapısının gerekleri birleşince, eğitim için önünde tek seçenek kaldı: Kilise. Rahip Okulu’nun sessiz ve içine kapanık öğrencisi, eğitim hayatı bittikten sonra on yıl boyunca aynı  okullarda bu defa öğretmenlik yaptı. Zamanla silik ve sıradan hayattan sıkıldı.

Dünya tarihinde yeni bir dönem açmaya hazırlanan Fransa,  devrim öncesinde büyük çalkantılar yaşarken, o politika yapmaya karar verdi. Bunun için ilk olarak zengin bir tüccarın pek de güzel olmayan kızıyla alelacele evlendi. Milletvekili seçildiğinde 32 yaşındaydı. Şehirdeki bir sosyal kulüpte tanıştığı,  Fransız Devrimi’nin efsane ismi Robespierre’in dostuydu.

Yeni meclisin açıldığı ilk gün, bütün politik yaşamı boyunca izleyeceği yolun ilk işaretini verdi. İki ayrı kutbun yer aldığı gerilimli genel kurulda, kapıdan girip yerine oturuncaya kadar yaptığı göz hesabıyla, tercihini, ‘gücü elinde bulunduranlardan, çoğunluktan’ yana kullandı. O günden sonra da hep öyle davranacaktı.

Kim kazanırsa ya da kazanacaksa onun yanında durdu. Gün değil, neredeyse saat farkıyla bir önce durduğu ve sonuna kadar yemin ettiği düşünceyi, kişileri ve grupları menfaat hesabıyla gözünü kırpmadan arkasında bıraktı. Kaldı ki daha o yıllardan ‘her durumda dönüş kapısını açık bırakmak’ en belirgin davranış tarzı idi. Önemli olan, bunu hiçbir zaman gizli yapmamasıydı. Tüm bunları yaparken hiç çekinmedi ve utanmadı.

Susabilmek, yüz sinirlerine en imkânsız hallerde bile yüzde yüz hâkim olmak, sessiz adımlarla yürümek, en uç duyguları hep aynı ses tonuyla ifade etmek, sabretmek ve sakin bir şekilde beklemek, beklemek, beklemek…

Akıl almayacak kadar kısa aralıklarla, hatta bazen aynı anda: Hümanist, cellat, dindar, din düşmanı, komünist, burjuva hakları savunucusu oldu. Sağ cebinde insan sevgisi, sol cebinde acımasızlık belgesiyle dolaştı. Duruma göre, hangisi gerekiyorsa onu çıkardı. Birlikte çalıştığı herkese ihanet etti. Bunu bazen yalnızca susarak yaptı.

‘Bağlanmak’ en büyük korkusu ve onun için imkânsız olandı. Sonrasında ülke yönetiminde en üst basamaklara çıktığında da her zaman  ‘Birinci adamı siper alıp, bütün ipleri elinde tutmak, o adam düştüğünde de onu yüzüstü bırakıvermek’ en sevdiği ve sık yaptığı iş oldu. Gücü elinde tuttuğu, kimse tarafından bilinsin istemedi. Büyük ustalığı uluorta ve gürültülü nutuklarda değil; kulağa fısıldamak ve başkalarının arkasında gizlenmekti. Yeni bir saldırıya hazırlanmak için her zaman karanlığa çekildi. Sessiz sedasız her şeyi hazırladı ve sonra ortaya çıktı.

Bütün hesaplarının bedelini, başkaları kanıyla ödedi. O, ayakta ve hayatta kaldı. İkili oynamaktan büyük haz aldı.  Adına politika denen ‘kumar masası’na olan önlenemez tutkusu dışında dünyevi zaafı sıfırdı. Hiçbir zaman içki ve sigara içmedi. Yemeğe, kadınlara, paraya düşkün değildi. En zengin olduğu zamanlarda kır gezintileri ve belki birkaç zekice sohbetle avundu.

Herkes istediği kadar hakkında konuşsun, hatta ona gülsün umurunda değildi; tek önemsediği insanların ondan korkmasıydı. Bunu her zaman başardı. Zaptiye nazırı olarak göreve getirildiğinde, uzun yıllar ikinci adamı olarak çalışacağı Napoléon Bonaparte’ın ileride sevgilisi olacak Josephine dâhil, yüzlerce kişiyi casus, ajan, muhbir olarak kullandı. Alışveriş müptelası,  bir yılda 300 şapka ve 700 giysiyi gözünü kırpmadan borç-harç satın alan Josephine, onun en pahalı casusuydu.

Herkesi, her şeyi bilme tutkusu o kadar yüksekti ki, sürgün yıllarında bile, kurduğu özel casusluk-muhbirlik ağıyla bütün işleri-ilişkileri öğrendi. Öğrendiklerini günü gelince çıkarmak üzere sakladı. 

Lyon’daki isyan günlerinde, binlerce kişiyi giyotine gönderdi. Adı bu nedenle ‘Lyon Celladı’na çıktı. İsyancıların sayısı arttıkça,  dönemin Fransa’sında ‘milli ustura’ olarak isimlendirilen giyotinden vazgeçti. İnsanları şehir dışına toplatarak top ateşiyle imha ettirdi. Ölenler için önceleri mezar kazılıyordu… Sayı artınca toprakla uğraşmak zor geldi. Üst üste yığılan ölüler nehre atılmaya başlandı.

Sonrasında, artık eskisi gibi ‘dikiş makinesi’ şeklinde ‘tıkırdamayan’ giyotinden vazgeçti. İnsanların ruhuna,   haklarında tuttuğu suç dosyalarıyla korku saldı. Detaylı olarak hazırlanıp çekmeceye konmuş ve vakti zamanında muhatabının karşısına çıkarılacak suç sicilinin, çoğu kez giyotinden bile caydırıcı olduğunu keşfetmişti. Bunu acımasızca kullandı. Herkesin soluğunu kesti.

Bütün bu dönemlerde en iyi yardımcılarından biri, basın oldu. Basın ‘kırbaçtan çok pasta yemekten hoşlanıyordu’  ve ‘yurtsever tavırlarının gürültücülüğü’,  onun karşısında yerini kısa sürede ‘şapırtılı bir suskunluğa’  bıraktı.

‘Dünya alınyazısının konu olduğu, adına politika denen kumar masasının’ müptelası, bütün zamanların  siyaset tarihinin en dönek, en ahlaksız, en ilkesiz, en şereften ve onurdan nasibini almamış kişisi Joseph Fouché, politikanın ve hayatın en alttan en üste tüm basamaklarında bulunarak, defalarca sürgün edilerek; sonrasındaysa en parlak başarıyı elde ederek, düşe kalka yürüdüğü yolun sonuna geldiğinde yıl, 1820 idi. Fouché, adına ‘çoğunluk’ denen ve korkaklardan oluşan kalabalık tarafından bile lanetlenmiş olarak, devrik, yıkık ve itibarsız bir şekilde Trieste’de öldü.

Onun biyografik romanını edebiyatın büyük ustası Stefan Zweig yazdı. İçinde bulunulan dönem, bu kitabın okunmasını açıkça emrediyor bize.


Notlar:

1.Fouché-Bir Politikacının Portresi, özlü sözlerle dolu. Bir örnek şu: ‘Çünkü iktidar, görenleri taş eden periler gibidir.’ Bir diğeri: ‘Dünya tarihi, yazık ki, çoğu anlatıldığı gibi insanoğlu yürekliliğinin bir tarihi değildir yalnız; insan korkaklığının da tarihidir.’

2.Fransa’nın ‘ahlak kaplanı’ şeklinde tanımlanan büyük devrimcisi Robespierre Fouché’nin arkasında bıraktığı en ünlü ‘cesetlerden’. İkili arasındaki büyük mücadelenin kaynağında Fouché’nin vakti zamanında Robespierre’in kardeşiyle yaşadığı sorunlu gönül ilişkisi olduğu belirtiliyor. Sonrası birbirine tamamen zıt iki ayrı kumaşın karşı karşıya gelmesi. Fouché’nin ahlaksızlığı karşısında acze düşen Robespierre, onun fiziksel kusurlarını bile onu küçük düşürmek için kullanıyor. Lakin nafile! Fouché hiçbir zaman aldırmadı böyle şeylere. Sessizce dinledi, arkasını döndü, kapıdan çıktı ve yapacağını yaptı. Sonuç: Tarihin yazdığı gibi.

3.Zweig, Fouché ile Bonaparte’ın karşılaşmasını, ‘Daha ilk anda rol bölüşümü yapıldı. Biri hizmetlerini sunacak egemen kişiyi, diğeri buyruk verecek adamını bulmuştu’ diye tanımlıyor. ‘Dünyayı yöneten adamın suskun hizmetçisi’ Fouché, arkasında bıraktığı ‘cesetlerden’ Bonaparte için ‘Ona ben değil, Waterloo ihanet etti’ diyecekti.

4.Romanda, Fouché’nin, yeni Zaptiye Nazırı Savary’ye görev devir teslimi yaptığı sayfalar hakikatten ibretlik. Bürokrasi cehenneminde ilkesizce ve yalnızca ‘kazanmayı’ gözeterek yer almak isteyenler için sıkıştırılmış doktora dersi gibi.

5.Bir başka önemli bölüm sürgünün tarif edildiği sayfalar. Kısa ve çarpıcı bir bölümle yetinelim: ‘İşte bundan ötürüdür ki, bir meslekte ara vermek büyük mutluluktur. Çünkü dünyayı sadece ve hep yükseklerden, fildişi kulelerden ve bulutlar arasından, iktidar tepelerinden gören kimse, kul köle kişilerin gülümseyişlerinden ve tehlikeli bekleyişlerinden gayrısını bilmez. Ölçüyü hep elinde tutan kişi kendi gerçek ağırlığını unutur. Sanatçıyı, komutanı, iktidardaki insanı en çok yıpratan, arzu ve isteklerinin aralıksız yerine gelmesidir. Çünkü sanatçı başarısızlıktan sonradır ki, eserle gerçek ilintiyi kurmasını öğrenir, komutan yenilgiyle kavrar yanlışlarını, devlet adamı gözden düştükten sonradır ki, politika adamı uzak görüşlülüğünü elde eder. […] Sürgit alkışlar körletir.’

6.Romanın müziği, 24 Aralık 1800’de, Bonaparte’ın prömiyerine gittiği J. Haydn’ın Yaratılış Oratoryosu. Bonaparte,  bu kısa yolculukta, bir suikast girişimiyle karşılaşacak. Arkasında kimin olduğunu merak eden var mı?

7.Son söz, Stefan Zweig hakkında olsun. Zweig, edebiyatta kendi türünü yaratan isimlerden. Biyografik romanlarının tümü ayrı önemde, lakin Fouché’nin ayrıcalıklı olduğu açık. Yazarın, Brezilya’daki  ‘Son Günleri’ni anlatan belgesel tarzı metin Laurent Seksık’ın imzasını taşıyor. Zweig ve eşini ‘manidar’ bir sembol de içeren intihara götüren süreç, kitapta başarıyla anlatılıyor. 

Daha fazla yazı yok
2024-11-04 18:31:20