A password will be e-mailed to you.

“…Baba eksikliği ve anne baskısı ile yetişen Beau, babasından ve onun da babasından gelen genetik bir hastalık taşıdığına inandırılarak büyütülür. Anne, oğlunu başka bir kadınla paylaşmamak için bu yalana ikna etmiştir. Film de bize, korkularımızın her ne kadar dışarı(dan) temelliyse de içeriden yani özümüzden beslenerek büyüdüğünü, kendi örümcek ağlarımızı örerken onlara takılmamanın mümkünsüzlüğünü gösterir…”

Sundance Film Festivali’ndeki gösterimi sonrasında ses getiren ilk uzun metrajı “Hereditary” (Ayin – 2018), karanlığın, izbe mekânların aksine yemyeşil İsveç doğasında, ışıldayan bir günün parlak görselleriyle korku türünde çok sık rastlamadığımız tarzda gelen ikinci uzun metrajı “Midsommar” (Ritüel – 2019) ve şimdi de 2 saat 59 dakikalık süresiyle A24’ün en uzun yapımı olan ve paranoyak bir adamın hikâyesini anlatan “Beau is Afraid” (Korkuyorum – 2023) ile Ari Aster yeniden karşımızda.

Çağdaş korku sinemasının genç yönetmenlerinden biri olan Ari Aster henüz 37 yaşındayken üç uzun metraja imza attı bile, ancak bunların öncesinde çektiği tam sekiz tane kısa filmi mevcut. İlk izlediğim ve şimdilik favorim olan kısası “The Strange Thing About Johnsons”.

“Beau is Afraid”in vizyona gireceği haberi henüz tazeyken isim benzerliği sebebiyle dikkatimi çeken “Beau” isimli kısa filmini bulup, izlemiştim; bir Youtuber’ın abartılı tepkileri arasında izlemek rahatsızlık vermeyecekse filmi Youtube’da bulabilirsiniz. “Beau is Afraid”in hemen sonrasında da “Munchausen”i izledim.

Kısadan Uzun Metraja, “Beau”dan “Beau is Afraid”e…

Ari Aster sinemasıyla yıldızımın pek barışmadığını ama buna rağmen dünyasına girebilmek için çabaladığımın altını çizerek başlamak isterim. Yine de “Hereditary” ile kendisine yakıştırılan “Dahi yönetmen” yorumunu abartılı buluyorum. Uzun metraj filmlerine nazaran kısa filmleri benim nezdimde daha kabul edilebilir; şunu da hem naçizane bir tavsiye hem de benim gibi sinemasıyla yıldızı barışık olmayan ya da Aster’in sinemasını daha anlaşılır bulmak isteyen okurlarıma kolaylık olması açısından belirtmek isterim ki kısa filmlerini izleyerek başlamak daha faydalı olacaktır. Çünkü bu kısalar Aster’in çektiği ve çekeceği uzun metraj filmlere dair güçlü ipuçları barındırıyor.

Aile travmaları, hastalıkların genetik aktarımı, özellikle anne-oğul arasındaki bağımlı, saplantılı ilişki, ikili ilişkilerdeki sorunlar Aster’in kafa yorduğu temalar olarak filmlerinde yer alıyor.

“Beau is Afraid” de “Beau” adlı kısa filmin genişletilmiş hali. “Beau”da annesine gitmek için hazırlanan bir adamın evden tam çıkacakken unuttuğu bir şeyi almak için içeri girmesi ve o sırada kapının üstünde bıraktığı ev anahtarlarının çalınması ile başlayan paranoyak olaylar silsilesi anlatılıyordu.

“Beau is Afraid” flu bir resimle açılışını yapıyor; ameliyathanede, bir doğum sırasında olduğumuzu anladığımız kaotik bir atmosferde bebeğinin nefes almadığını ve doktorun onu düşürdüğünü zannederek panikleyen bir annenin feveranlarını işitiyoruz ki bebeğin ağlama sesiyle sahne nihayet son buluyor.

Film kabaca dört bölümde ilerliyor ve filmin ilk bir saatlik dilimine yayılan ilk bölüm hikâyesi, “Beau” ile aynı olay örgüsüne sahip. Hikâyenin kahramanı Beau Wasserman’ın (Joaquin Phoenix) yaşadığı apartman, mahalle, mahalle “sakinleri” ile kurulan distopik atmosfer çok başarılı. Aster’in filmlerindeki atmosfer yaratımı genel olarak başarılı zaten. Buna, artan gerilim içerisinde Beau’ya ve eş zamanlı olarak seyirciye yaşattığı çıkışsızlık duygusu ile yoğrulan sahnelerdeki yönetmenlik başarısını da eklemek doğru olur. Ancak yönetmenliği salt  sahne yönetimindeki reji tercihlerine indirgeyemeyiz, filmin bütünündeki tüm tercihleri değerlendirmek daha doğru bir değerlendirme yapmamızı sağlayacaktır.

Patti LuPone, “Mona”

Beau’nun, annesi Mona’nın (Patti LuPone) ölüm haberini alıp, cenazesine gitmek için çıktığı Kafkaesk yolculuk, her bir bölümü ayrı bir kısa film havasında seyreden anlatıda işleniyor. Tuhaf bir şekilde çok iyi kalpli ve yardımsever olan bir çift, onların arıza ergen kızı, askerdeyken kafayı sıyırmış bir adam, ormanda yaşayan bir tiyatro topluluğu ve sahneledikleri oyun, çocukken ilgi duyduğu kızın yetişkin hali ve onunla anne evinde cinsel anlamda birlikte oluş, çocukluk flashbackleri, yaşlılık hali, bu yolculukta karşısına çıkanlar ve yaşadıkları olarak kadraja dahil oluyor. Beau’nun ziyaret ettiği mekânlar sürekli değişirken, kendisi buralarda travmalarıyla yüzleşme fırsatı buluyor. Ve hiç bitmeyecek sandığımız bu kaos, finalde Beau’nun bilinçaltı dünyasının yolculuğu olduğunu idrak etmemizle nihayete eriyor.

Arman Nahapetian – “Genç Beau” / Zoe Lister Jones – “Genç Mona”

Aster Sinemasındaki Ebeveyn Sorunsalı

Munchausen by Proxy Sendrom (MBPS) bir çocuk istismarı şeklidir ve istismarın faili çoğunlukla mağdurun ebeveynidir, ebeveyn çocuğuna kasten -yanlış ilaç vermek, boğmak, zehirlemek vs.- zarar verir; MBPS mağdurları çeşitli fiziksel hastalık semptomlarına sahip olabilir ancak bilinçli uygulanan yanlış yönlendirmeler ve yanlış tedaviler de söz konudur ve ölümle dahi sonuçlanabilir. Filmin isminin de bu rahatsızlıktan geldiği “Munchausen” isimli kısa filmdeki anne, “Beau is Afraid”teki anne Mona, “The Strange Thing About Johnsons”taki baba bu rahatsızlıkla kodlanmış karakterlerdir.

Kısa filmleri de dahil ilk uzun metrajı “Herediatry”den beri obsesif bir şekilde aile, özellikle de anne figürünü kimi zaman kara mizah ögeleriyle işlediği hikayesinin merkezine koyuyor Ari Aster.

Beau, annesinin çocukluğundan itibaren kendisinde yarattığı ve bıraktığı travmalarla, problemlerle ve bunların getirdiği kaygılarla yaşayan, terapi desteği alan, depresyon ilaçları kullanan biri. Baba eksikliği ve anne baskısı ile yetişen Beau, babasından ve onun da babasından gelen genetik bir hastalık taşıdığına inandırılarak büyütülür. Anne, oğlunu başka bir kadınla paylaşmamak için bu yalana ikna etmiştir. Film de bize, korkularımızın her ne kadar dışarı(dan) temelliyse de içeriden yani özümüzden beslenerek büyüdüğünü, kendi örümcek ağlarımızı örerken onlara takılmamanın mümkünsüzlüğünü gösterir. Korkularımızı yeneceksek de bunu travmalarımızla yüzleşerek ve benliğimizin alt-üst oluşuna izin vererek yine kendimiz başaracağız.

Beau karakteri için Joaquin Phoenix adeta biçilmiş kaftan, performansıyla göz kırpmadan izlettirmeyi başarıyor, başka kim böylesine muazzam sırtlanabilirdi bu rolü  hiç tahmin edemiyorum bile.

Joaquin Phoenix – “Beau”

Finalde anne- oğul karşı karşıya geldiğinde anneye yazılmış monolog oyuncunun performansına ister istemez sirayet eden sahteliğin ortaya çıkmasına sebep olan kusurlukta.

Filmin 3 saatlik süresini de eksi hanesine yazmak gerek çünkü hikâyeyi sündürüp bir miktar dağınıklığa sebep oluyor, ben bu tercihi açıkçası biraz da şımarıklık olarak görüyorum, üzgünüm. Seyircinin “Neler oluyor şimdi burada?” sorusuyla boğuşmasını uzattıkça keyif alıyor Aster belli ki. Ben kendisinin her filminde bunu hissediyorum nedense. Anlatı kuvvetinin törpülendiğini görememek ve seyirciden daha zeki olduğunu düşünmek “dahi yönetmenlere” has bir özellik olmasa gerek; nihayetinde seyircinin de “Bu filmin kafası karışık biraz” diyebileceğini unutmamalı. Aslında Aster kartlarını açık ederek başlıyor filmlerine, neyi izleyeceğimizi, filmin akıbetini sembolik detaylarla, duvardaki bir tabloda ya da fonda yaşanan bir mizansende açık açık seriyor ortaya, saklamıyor. Sadece seyirciye “gel şimdi seninle gerilimli, gerçeküstü psikolojik bir kaosa sürüklenelim.” diyor. Aster sevenler her koşulda oyuna dahil olabilir ancak sevmeyenler açısından seyri ve sabrı özellikle ikinci yarıdan sonra hem zorlaşan ve hem de boğucu da olan bir forma bürünüyor. İlk bölümdeki distopik atmosferde geçen gerilimli hikâyenin gerilimli seyircisi olmayı yeğlerdim.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:19:52