Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED), Filistin coğrafyasına ve tarihine dair hegemonik anlatılara meydan okuyan bir sergiye ev sahipliği yapıyor: Kuşbakışı Filistin. Kolektif bir emekle şekillenen sergi; Yazid Anani, Zeinab Azarbadegan, Zeynep Çelik ve Salim Tamari’nin küratöryel yaklaşımlarını bir araya getiriyor. Sergi daha önce 2021’de Ramallah’taki A.M. Qattan Vakfı’nda ziyarete açılmış. Serginin bu ilk ayağı 2022’de tamamlandıktan sonra, Filistin’de ve Ortadoğu’da tırmanan şiddet, daha doğru bir ifadeyle on binlerce insanın katledildiği kıyım; ANAMED’deki sergiyi de şekillendirmiş. Sergideki arşivsel materyallerde, video çalışmalarında ve üretimlerde; Filistin halkının kolektif geçmişi ile her gün yeniden tecrübe edilen şiddetin sarmalanışına tanık oluyoruz. Filistin’de siyonist bir proje olan ağaçlandırma faaliyetinin tarihsel sunumuyla da, Mahmoud Alhaj’ın işinde olduğu gibi sömürgeci şiddet arşivlerinin bozulup yeniden inşa edilişiyle de çarpıcı bir sergi…
Adından da anlaşıldığı üzere, sergi bir ‘bakış’ pratiğini masaya yatırıyor. Bakmanın yönünden ve bakanın konumundan ayrılamayan bir ‘bakış’… Neye baktığımızın, ona nereden baktığımızdan ve kim olarak baktığımızdan ayrılamaması gibi… Bakışın kendisiyle ne yaptığına kafa yoran bir sergi. Soykırımı; bakma eyleminin kendisinde, bakan gözün fail pozisyonunda arıyor. Serginin Filistinli küratörlerinden Yazid Anani, 2016–2024 yılları arasında Ramallah’taki A.M. Qattan Vakfı’nda Kamu Programları Direktörü olarak görev almış. Çok sayıda serginin de küratörlüğünü üstlenmiş olan Anani, akademik faaliyetlerine de devam ediyor. Kendisiyle Kuşbakışı Filistin sergisine farklı mesafelerden bakmayı ve Filistin’in kolektif şiddet geçmişini ‘sergileme’nin güçlüklerini konuşmak istedik.
Mahmud Derviş, ‘Filistinli Sevgili’ şiirinde Filistin’i hem sözcüklerle hem de sessizlikle eşleştirir. Aynı şiirde Derviş, işleyeceği bir mendilin sözünü verir okura, şöyle yazacaktır o mendilde: “Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!”. Derviş’in işleyeceği bu söz, John Berger’in de fark ettiği bir duruşla konuşur. 2005’te Filistin üzerine kaleme aldığı yazısında, daha önce görmediği bir duruşa dikkat çeker John Berger: ‘Korkusuz, boyun eğmeyen ve yenilgiyi kabul etmeyen bir umutsuzluk’. Bugün -7 Nisan- Filistin halkı İsrail’in saldırıları karşısında greve gidiyor. Küresel dayanışma sesinin de yükseldiği bu grevde yenilgiye kapılmayan ve boyun eğmeyen bu oluş haline selam: Bir Filistin Hep Var!

Kuşbakışı Filistin Sergisi Afişi (2025)
‘Temsilin Yüküyle Mücadele Ediyorum’
Can Memiş: Filistinli bir küratör olarak temsil edilebilirlik kriziyle nasıl baş ettiğinizi sorarak başlamak istiyorum. Filistin çok uzun yıllardır işgalle, soykırım saldırılarıyla, yıkımlarla kuşatılmış durumda. Bütün bunları tecrübe ederken, bunları belli biçimlerle temsil zeminine taşımak hiç kolay olmasa gerek. Bir küratör olarak şiddetin ve soykırımın anlatıda yarattığı tahribatla nasıl bir ilişki içerisindesiniz?
Yazid Anani: 1948 yılındaki kuruluşundan bu yana Filistin halkına yönelik İsrail işgalinin kesintisiz saldırılarının bir parçası olarak Gazze’de devam eden soykırıma ve kent kıyımına tanıklık ederken, kendimi tekrar tekrar temsilin yüküyle mücadele ederken buluyorum. Mesele, yalnızca görsel, yazılı ya da duygusal dile duyulan güvensizlik değil; zira dilin kaçınılmaz bir biçimde anlamı düzleştirme, sansasyonel hâle getirme ya da sıradanlaştırma eğilimi taşıdığı açık. Bu aynı zamanda, mevcut anlatım yapılarının, sözcük dağarcıklarının, görsel temsillerin ve sözdizimsel biçimlerin, sahadaki gerçekliği betimlemeye, onu tahayyül etmeye, onla ilişkilendirmeye ya da onu aktarmaya yetmeyişiyle daha derin bir hesaplaşma içeriyor. Akademide ya da kültürel alanda çalışan Filistinliler olarak aradığımız şey, geleneksel anlamda bir temsilden ziyade, zaman içinde başkalarının geri dönüp bunu da belki bir temsiliyet biçimi olarak tanıyabileceği, baskın hegemonik anlatılara direnen ve onları yerinden eden, fragmanlar, tereddütler ve suskunluklar içinde taşınan bir hikaye anlatımı.

Filistin köylerinin harabeleri üzerine parklar ve ormanlar kurulması ve yabancı çam türlerinin yayılması nedeniyle çıkan yangınlar. Tarihsiz. Kaynak: JNF
C.M.: Marc Nichanian’dan referansla kıyım, dildeki her tür gösterimini imkansız kılarak söz bütünlüğünün bozulmasına yol açıyorsa, o halde tanıklığın da her daim bir imkansızlığı ve eksikliği barındırdığını kabul etmek gerekir. Tanıklıklar üzerine çalışırken bu imkansızlıkla karşılaştığınız anlar oldu mu?
Y.A.: Bugün, Gazze’deki soykırıma dair duyarsızlaştırıcı görsel doygunluğun imge kuramı, göstergebilim ve görsel kültür çalışmaları alanlarının temellerini nasıl yeniden yapılandırmakta olduğunu sormak aciliyet arz ediyor. Örneğin, Filistinliler tarafından tarihsel olarak uluslararası dayanışmayı harekete geçirmek amacıyla kullanılan klasik görsel anlatılarda, mağduriyete, insan hakları ihlallerine ve özgürlük mücadelesine dayanan imgelerde derin bir değişim yaşandı. Özellikle 1980’lere kadar etkili olan temsil biçimleri; direnişin sembolü olan tarihsel rolleri ile terörizm, antisemitizm ya da ‘la nuda vita’ (çıplak hayat) olarak adlandırılan zorunlu bir varoluş biçiminin göstergelerine dönüşmeleri arasında salınan küresel siyasal bir mercek aracılığıyla sorgulanmakta ve çoğu zaman yeniden çerçevelenmektedir.

Kuşbakışı Filistin Sergisinden Görünüm (2025)
Bir zamanlar evrensel düzeyde güvence altına alındığı varsayılan çocukluk gibi uluslararası anlaşmalarda tanımlanan kavramlara dair anlayışımızın, çocukların ayrım gözetmeksizin öldürülmesine tanık olduktan sonra nasıl değişime uğradığını sormak artık bir zorunluluk hâline gelmiştir. Parçalanmış bedenlerin, geniş ölçekli yıkımın ve İsrail askerleri tarafından ölümün alenen kutlandığı görüntülerin yaygın bir şekilde ve cezasızlıkla dolaşıma girmesiyle, bir zamanlar uluslararası hukuki ve ahlaki otoriteye sahip olduğu düşünülen ‘insan hakları’ gibi terimlerin bağlamından koptuğu ve etkisiz kaldıkları görüldü. Görüntülerle ve onlara bir zamanlar anlam kazandıran etik ve hukuki çerçevelerle hâlâ aynı ilişkiyi sürdürüyor muyuz? Yoksa bu çerçeveler, keyfi uygulamaların ve küresel siyasetteki yeniden hizalanmanın ağırlığı altında çöktü mü? Bu noktada artık sorun yalnızca temsilin kendisi değil, temsili nasıl anladığımızı ve kimin için anlamlı olmasına izin verildiğini belirleyen ahlaki, etik ve siyasi çerçevelerle ilgilidir.
Sanatı Yıkıcı Bir Güce Dönüştüren Küratörlük
C.M.: Bir sergiyi kürate ederken nelere dikkat ediyorsunuz? Hangi elementlere, hangi modellere, hangi anlatılara odaklanıyorsunuz? Sergileme yönteminizi sizden duymak isteriz.
Y.A.: Küratöryel pratiğimde sabit bir reçeteye bağlı kalmıyorum. Ancak metodolojik yaklaşımıma rehberlik eden bir mantıksal çerçeveden söz edebilirim. Peşinden gittiğim fikirler ve temalar çoğunlukla farklı kaynaklardan ortaya çıkıyor. Bazen bir kitap çıkış noktam hâline geliyor. Örneğin Instant Modernism sergisi, Zvi Efrat’ın hem aciliyet hissi uyandıran hem de kışkırtıcı bulduğum The Object of Zionism adlı kitabıyla uzun süreli bir etkileşimden filizlendi. Başka zamanlarda ise, Vera Tamari ile birlikte küratörlüğünü üstlendiğim Cities Exhibition serisinde olduğu gibi küratöryel çerçeveyi belirleyen şey, kentsel mekâna dair bir kaygı oldu. Bazı projeler, Weed Control’de olduğu gibi, kimlik sorularıyla, özellikle de egemen anlatılar ve Filistin kurtuluşuna dair politik tahayyüllerle uyuşmadığı için kenara itilen, silinen ya da görmezden gelinen kimlik katmanlarıyla yüzleşme ihtiyacından doğar. Bazı projelerde ise, akademik ve kültürel tartışmalarda tekrarlanan sorulara yanıt verme çabasıyla hareket ettim; bu tür sergiler, belirsizlikleri rafine etmeyi ve yorumlamaya açık alanlar yaratmayı amaçladı.

Kuşbakışı Filistin Sergisinden Görünüm (2025)
Küratörlüğünü üstlendiğim sergilerin temel süreçlerinden biri araştırmadır. Bu terim, kendi içinde çeşitli yöntemleri barındırıyor. Kimi zaman belirli temaları araştırmak üzere araştırma kurumlarıyla iş birliği yapıyorum; kimi zaman ise arşivleri altüst etmeye ve mevcut bilgi yapılarına meydan okumaya çalışan, sanatçı odaklı araştırma pratikleriyle çalışıyorum. Şu anda ANAMED’de sergilenmekte olan Palestine from ABOVE – Kuşbakışı Filistin sergisinin şekillenme sürecinin erken evrelerinde, ilgili alanlarda çalışan dünyanın farklı yerlerinden araştırmacıları bir araya getirdik. Bu iş birliği, Filistin Araştırmaları Enstitüsü ile birlikte yayımlanan iki sayılık Jerusalem Quarterly ve Qattan Vakfı’nda düzenlenen bir sempozyumla sonuçlandı. Tüm bu süreç, serginin altı bölüm halinde şekillenmesine yardımcı oldu. Ancak akademik bilgi tek başına yeterli değildi. Her bölüm, seçili sanat eserleriyle yeniden temellendirildi; karanlık odalarda gösterilen filmlerle birlikte, bu bölümlerin gündeme getirdiği sorulara görsel yorumlar ve tekrarlar sunuldu. Kamusal programlar, başka bir etkileşim alanı yaratır. Serginin galeri mekânının sınırlarını aşmasına imkân tanır. Kurumlarla, üniversite öğrencileriyle, okul öğretmenleriyle, sanatçılarla, akademisyenlerle ve düşünürlerle iş birliği yaparak söylem üretmeyi ve serginin ortaya koyduğu soruları, her grubun pratiklerine uygun biçimde şekillenen çeşitli kamusal etkinlikler aracılığıyla daha geniş ve girift alanlara taşımayı hedefliyoruz. Sergi yapımını tam da bu şekilde düşünüyorum: Sanatı yalnızca bir nesne olarak sergileyen bir süreçten ziyade; onu görsel bir senteze; normatif bilgiyi sarsan ve egemen anlatıları parçalayan yıkıcı bir güce dönüştüren bir süreç olarak.
“Pratiğimle Kim Olduğumuza Yanıt Veriyorum”
C.M.: Filistin’in antikolonyal mücadelesi ve bu mücadelenin duygusu küratöryal politikanıza nasıl yansıyor?
Y.A.: Coğrafi olarak nerede bulunursak bulunalım, yerellik meselesinden etkileniriz. Yerellik, daha geniş bölgesel ve küresel bağlamlardan asla soyutlanamaz. Kendi bağlamımızın içinde kalmak, aynı zamanda daha geniş ve ulusötesi bir söyleme katkıda bulunmak oldukça önemli. Akademik ve kültürel bilgi üretimi, gerçek deneyimlerden soyutlanmış olamaz; ondan doğmalı, sınırlarını takip etmeli ve ona hesap verebilmeli. Küresel tartışmalara da kendi özgüllüğümüzün dokusundan katkıda bulunmanın, kırılmanın üstünden değil, içinden yazmanın gerekli, hatta acil olduğuna inanıyorum.
Sömürgeci yönetimden kurtuluş mücadelesi veren bir topluluk olarak, sadece kimliğimizi yok etmeye değil, aynı zamanda bizi yeniden şekillendirmeye çalışan bir makinanın içinde sıkışıp kalmış durumdayız. Sömürgeci proje yalnızca şiddet ve toprak gaspları aracılığıyla değil, aynı zamanda Filistinli öznelerin yavaş, hesaplanmış bir şekilde dönüşümüyle de işler. Amacı, bizi itaatkâr, direnişten uzak, siyasi irade ve tarihsel etki gücünden yoksun bir şekilde yeniden inşa etmektir. Filistin’de bu durum özellikle şiddetli bir biçim alır. Güvenlik aparatının çerçevesinde, kolonyal işgal yalnızca toprak, sınırlar ve kontrol noktalarıyla ilgilenmekle kalmaz. Aynı zamanda, direniş göstermeyen, araçlarından, sesinden ve entelektüel canlılığından mahrum bırakılmış, yönetilebilir hale getirilmiş ve küresel güvenlik hesaplamaları içinde gözden çıkarılabilir bir Filistinli öznenin üretimine de yatırım yapar. İşte bu anlayışla pratiğim, kim olduğumuzu, tarihimizi, tarihsel ve kültürel birikimlerimizi, topluluklarımızı şekillendiren sorulara ve düğümlere yanıt vermeyi amaçlamaktadır; bunları sömürgeci işgale karşı geri düşüren bir duruşa, popülist entelektüel düşmanlığa veya Batı’nın, bizi İsrail sömürgeci yönetimi altındaki Filistinliler olarak tanımlamak için kullandığı indirgemeci kalıplara teslim etmeden… Süregiden sömürgeci baskı altındaki bir yerden gelen bizler için bu yalnızca kuramsal bir sorun değil, varoluşsal bir sorundur.

Gazze Uluslararası Havalimanı’nın kalıntıları üzerinde deve yarışı
IMAGO (2019)
“Romantize Edilmiş Direniş Söylemiyle Değil, İtaatsizlik Eylemleriyle”

2003’te katledilen Uluslararası Dayanışma Örgütü gönüllüsü ABD’li bir barış aktivisti Rachel Aliene Corrie. Nida Sinnokrot, Palestine Blues (2006)
C.M.: Sizin için sanat sahnesinde alternatif olan kim ya da kimler? Ya da onları alternatif yapanlar neler? Bir küratör olarak alternatif sergileme biçimlerinden ne anladığınızı merak ediyorum.
Y.A.: Sanat sahnesinde alternatifler meselesine yaklaşımım, ana akımın içinde ya da dışında konumlanma sorunu olarak değil; sanatın görünürlüğünü, dolaşımını ve meşruiyetini belirleyen yapılardan ayrışma meselesi olarak şekilleniyor. Çağdaş sanat sahnesi, yalnızca sanatın nasıl görüldüğünü değil, aynı zamanda nasıl üretildiğini, nasıl finanse edildiğini ve nasıl yorumlandığını belirleyen yapılarla doymuş durumdadır. Benim “alternatif” olarak gördüğüm şeyler, egemen yapıların normatifliğinden sıyrılabilen pratikler ve zeminlerdir. Bu; romantize edilmiş bir direniş söylemiyle değil, itaatsizlik eylemleriyle gerçekleşir. Bu eylemler, egemen çerçevelerce sahiplenilmiş olanı yeniden oyuna dâhil ederek kurumsal mantığın sıkılığını gevşetir. Bu tür pratikler ille de merkez-dışında yer almak zorunda değildir; bazıları egemen dolaşım ağlarının içinde konumlanmış olsa da piyasanın, devletin ya da gösteri kültürünün beklentilerine göre okunamaz. Onları alternatif kılan, bulundukları konum değil; formel yapılar tarafından meşruiyet dışı kılınmalarıdır—tam da gizli kalana, örtülü olana ya da henüz ortaya çıkmamış olana temas ettikleri için.
Düşük Teknolojili Ama İsyankâr Bir Görsel Direniş

Kamal Jaafari, Bon Voyage (2020)
C.M.: ANAMED’deki Kuşbakışı Filistin sergisinin bağlamı hem savaşın ve yıkımın ağırlığı içerisinde hem de direnişin güncelliği arasında gerçekleşiyor. Bu iki odak nasıl yer buluyor sergide?
Y.A.: Sergide, direnişi anıtsallaştırarak zafer anlatısına dönüştürmemeye, aynı şekilde tarihsel sömürgeci tahakküm ve boyun eğdirme süreçlerini estetikleştirmemeye özen gösterdik. Şiddet ve karşı koymanın zaman içinde üretilmiş belgeler, arşivler ve temsillerin içinde nasıl yerleşik olduğunu izlemeye çalıştık. Bunun açık bir örneği, Forensic Architecture’ın Al-Araqib’de Yıkım ve Dönüş başlıklı araştırmasının sergiye katkısıdır. Bu çalışma, belgelemeyi devletin adli mekanizmalarına karşı bir araç olarak kullanır; İsrail’in sayısız yok etme girişimine rağmen Al-Araqib köyündeki Filistin varlığını belgelemek için uçurtmalara yerleştirilen kameralarla görsel kayıtlar oluşturuluyor. Bu direniş eylemleri, İsrail devletinin Filistin köylerinin 1948 öncesinde var olmadığını iddia etmek için hukuken başvurduğu Britanya ve Almanya’ya ait arşivsel hava fotoğraflarına doğrudan meydan okuyor. Yerel halk tarafından çekilen bu görüntüler, arşivsel hava fotoğraflarında görünmez kılınan şeyleri de açığa çıkardı. İsrail devleti tarafından “önemsiz karanlık pikseller” olarak nitelendirilen bu alanlar, aslında mezarlıklar, hayvan gübresiyle koyulaşmış toprak parçaları, hayvan barınaklarının izleri, ekili araziler ve mağaralardı; yaşamın ve tarihin inkâr edilemez izleriydi. Düşük teknolojili fakat isyankâr nitelikteki bu görsel direniş pratiği, hava görüntüsünü karşı-adli bir alana dönüştürerek İsrail’in hukuki iddialarına alternatif görsel kanıtlar üretmiş, arşivsel hava fotoğraflarının bir yok etme aracı olarak egemen kullanımını altüst etmiştir. Ayrıca, direnişin tanımının bir parçasının, Kuşbakışı Filistin- (Palestine from Above) sergisindeki sanatçıların eserleri ile resmi arşiv materyalleri arasındaki etkileşim olduğunu kabul ediyorum. Sanatçılar bu belgeleri, kendilerini tanımlamaya ve sınırlandırmaya çalışan anlatıları eleştirmek, parçalamak ve yeniden sahiplenmek için kullanıyorlar.
“İzleyici Görme ve Görülme İlişkisine Dahil”

Ölü Deniz: Bir Düşman Uçağı Ölü Deniz Üzerinde, Filistin
Sydney William Carline, İmparatorluk Savaş Müzeleri (1919)
C.M.: Bir ülkeye, bir coğrafyaya, o coğrafyanın tarihine kuşbakışı bir görünümden bakmak bana dikizleme pratiğini de hatırlatıyor. Bunun izleyiciyi edilgenleştiren, başkasının hikayesinin büyüsüne kapılmaya sebep olan ya da sersemleten sonuçları olabilir. Bu risklere karşı izleyici nasıl daha etkin kılınabilir? Kendi pozisyonunu da gören bir izleyici bakışı yaratılabilir mi?
Y.A.: Kuşbakışı Filistin sergisinin temeli, yukarıdan bakışın bedenden bağımsız olan halini ve aşağıdan, bu bakışı kesip bozan insan bakışını karşı karşıya getiriyor. Hava görüntüsü, uzun süredir bir sömürgecilik ve askeri aygıt olarak, araziyi incelemek, haritalamak, kategorize etmek ve nihayetinde kontrol altına almak için kullanılmıştır. Bu bakış, arazileri düzleştirir, yaşamı soyutlar ve insanları sayısal noktalara indirger. Egemenliğin bir bakış açısı; kendisini göstermeden görebilen bir bakış açısı. Ancak bu bakış asla tartışmasız değildir. Arazide, bu bakışı kıran eylemler ve görme biçimleri var. Serginin yapmaya çalıştığı şey, bu sürekli etkileşimi görünür kılmak. Sadece yukarıdan gelen görüntüleri sergilemekle kalmayıp aynı zamanda bu bakışı sahiplenen, bozan ya da ona karşılık veren eserlerle o bakışı karşılaştırır. Havadan bakışı, her şeye muktedir bir bakış açısı olarak değil, kırılmaya açık bir bakış açısı olarak sunar.
İzleyici, çerçevenin dışında, uzak bir coğrafyayı pasif bir şekilde gözlemleyen biri olarak konumlandırılmaz, aksine görme ve görülme ilişkisine dahil edilir. Birçok eser, izleyiciyi kendi pozisyonuyla yüzleşmeye zorluyor. Acaba Filistin’e yalnızca havadan gözetleme merceğinden mi bakıyorlar, yoksa aynı zamanda bu bakışı yer seviyesinde kırıp bozan ve geri alan kırılmalara da tanık oluyorlar mı?
*Röportajın çeviri ve editöryal hazırlık aşaması için Devrim Toksöz’e çok teşekkür ederiz.