"Ne zaman ki herşeyden korkmaya başladım, büyüdüğümü anladım."
Yeni yazarımız Özgür Duygu Durgun, Figen Şakacı’nın, "Bitirgen"in ardından devam romanı olan "Pala Hayriye"yi yazdı.
Büyümek hiç kolay bir iş değil bu ülkede. Önce kanıyla, canıyla sana hayat verenlerin koyduğu engellerle sınırlanıyor dünyan. Sonra okulla, aileyle, işle güçle, kurallarla, yasaklarla, ikiyüzlü dayatmalarıyla seni içine çeken, bazen de tümden dışına atan sistemle.
Figen Şakacı 90’ların sonunda Taksim Kemancı Bar’da ‘Neyse Ne’’ adlı bir stand-up show yaparken işte tam da bunu anlatıyordu seyircisine. Genç bir kadın olarak bu bahtsız ülkede yaşamayı, kadın-erkek ilişkilerini çıplak, muzip hatta pervasız bir üslupla anlatıyor; çoğu kez gülmekten geçirse de aslında adamakıllı sarsıyordu izleyicisini. Figen Şakacı artık stand-up yapmıyor. Aslına bakarsanız ‘has’ bir yazar olma yolunda usulca ilerliyor diyebiliriz. O gösteride içini döktüğü kadınlık ve büyüme hallerine dair edebiyatın içinden sesleniyor bu kez Şakacı. 2011’de yayınlanan ve bir kız çocuğunun gözünden büyümeyi anlattığı ‘Bitirgen’in hikayesinde 80’lerde çocuk olmayı anlatıyordu. Kabul etmek gerekir ki, büyümek kadar çocuk olmanın da zor olduğu bu ülke 80’lerden bu yana çok da fazla değişmedi. Ve ne acı ki, çocukluğunu bile yaşayamadan hayatı vahşice alınabiliyor insanın elinden.
Şakacı’nın yeni kitabı ‘Pala Hayriye’ (İletişim Yayınları) içinse ‘90’larda büyümenin romanı’ diyebiliriz. Ya da bahtsız ülkemizin 90’larında büyüme sancısı çekenlerin romanı…. Bu kez yetişkinliğe adım atmakta olan genç bir kadınla tanışıyoruz. Kurulu düzene meydan okumak için dünyaya gelmiş bir kahraman Pala Hayriye. Ama ‘’ne sen farkındasın bunun ne de polis farkında’’ misali Hayriye bazen çok ürkebiliyor dünyamızdan. Ama bir de kendisini sokaklara teslim etmeye görsün, bitirim bir genç kadına dönüşüveriyor. Öfkesini kendinden çıkartmaya meyilli, saf, kırılgan, neşeli ama galiba en çok da ‘direngen’ bir kadın bu. Ve direnmek için bıçağını her daim kirli pantolonunun cebinden eksik etmiyor.
90’ların İstanbul’unda sokaklarda genç bir kız…
Hayriye ile birlikte 90’ların İstanbul’unun sokaklarına yollanıyoruz. Kendi devrimini gerçekleştirmek üzere evden kaçan 18 yaşında genç bir kızın hikayesi olan Pala Hayriye, aynı zamanda o yılların İstanbul’unun henüz betonlaşmamış Taksim’ini, insanlarıyla, mahalleleriyle henüz bugünkü kadar ranta teslim olmamış bir kentin belleğimizdeki hatırasını da tazeliyor.
Okumak için taşradan İstanbul’a gelmiş niceleri gibi, koca bir metropolle tanışmanın ürkekliğinden sıyrılır sıyrılmaz kendimizi attığımız Çınaraltı’ndaki Hüseyin Avni Dede’nin kitap tezgahının önünden bir selam çakarak geçiyoruz Hayriye ile birlikte. Sonra, henüz külleri havaya karışmamış köprü altındaki birahanelerde ucuz öğrenci biramızı içip martılara ekmek atıyoruz. Tahtakale’den Çorlulu Ali’ye, oradan Bakırcılar Çarşısı’na uzanıyoruz Hayriye’nin telaşlı adımlarına ayak uydurmaya çalışırken…
Bir sabahın köründe evden kaçarak yeni evi olan okuluna, üniversitesine sığınan, politik mücadele nedir bilmeden kendisini ateşli bir siyasi kavganın içinde bulan, öğrenci evlerinde Grup Yorum, Ahmet Kaya şarkıları eşliğinde bolca çay ve ucuz şarap tüketerek komün hayatı yaşayan, diğerleri gibi kadınlığını kuşanmak yerine kirli kadife pantolonunu neredeyse üniforma gibi taşıyan bu genç kadının 18’inde başlayıp 40’lı yaşlarına uzanan ‘’büyüme’’ serüvenine eşlik ediyoruz.
Metin Göktepe ve Hüseyin Toraman’ın anılarına selam
90’lı yıllarda bu ülkede genç ve ilerici olmanın ağır bedellerini ödemiş insanlar da var Pala Hayriye’nin hikayesinde. Hayriye’nin İstanbul Üniversitesi’nden mezun olup çiçeği burnunda bir gazeteci olarak toplumsal olayları izlediği dönem dövülerek öldürülen arkadaşı Metin Göktepe, bir sabah evinin önünden zorla alınarak kaybedilen Hüseyin Toraman gibi…Sadece onun değil hepimizin tanıklık ettiği dramatik öyküler iz bırakıyor romanda da…
Büyümek çetin iş evet, Pala Hayriye de aynen böyle söylemiyor mu zaten? ‘’Ne zaman ki her şeyden korkmaya başladım, büyüdüğümü anladım’’… Prangalarını çıkartıp arkasına bakmadan cesurca dalsa da evsizlerin, tinercilerin, laf atan omuz vuranların meskeni sokaklara, hayatın ona hazırladığı başka sürprizler oluyor hep. Rekabet hırsıyla herkesin birbirinin gözünü oymaya can attığı iş ortamları, birikmiş kira borçları, romantik bir tutkuyla sevdiği, evlilik karşıtı ateşli devrimci Türker’in yıllar sonra absürd bir düğün gecesinde ‘damat’ olarak karşısına çıkması. Hayaller, korkular, kabuslar, ‘yalnızlığa mı teslim oluyorum’ korkusu…
Müzmin romantikliği, dünyayı değiştirme umudu zaman zaman ayaklarına dolanıp onu kör kuyuların içine çekse de serde Pala Hayriye olmak, dünyayı değiştirmek umudu var. Romanın belki de cezbedici bölümlerinden biri hiçbir kadının iktidarını kurmaya yeltenmediği; kariyere, paraya pula doymuş, sadece köpüklü kahkahaların duyulduğu ‘’kadın kolonisi’’ hayali…Ve romanda bir de Gezi’ye çakılan bir selamla Hayriye’yi yeniden ayağa kaldıran gençler var. Birlikte kol kola girilecek, birlikte yeni sözler söylenecek gençler…
Belli ki ‘Bitirgen’ ile başlayıp ‘Pala Hayriye’ ile devam eden bu hikaye burada bitmiyor. Üçlemeyi tamamlayacak son evrede sokakların büyüttüğü, tatlı-sert, kabuksuz bir kadının var olma serüvenine dair yeni bir yolculuk daha bekliyor Figen Şakacı’nın okurlarını…