8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle, genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez’in “Çağdaş Sanat Var Mı?” kitabından, “Feminist mi Ben mi” başlıklı bölümü yazarının izniyle paylaşıyoruz. Yaşasın 8 Mart! Yaşasın kadınlar!
Kendimi feminist olarak tanımladığımda 17 yaşındaydım.
Duygu Asena‘nın genel yayın yönetmenliğin yaptığı Kim dergisinde yazı yazıyor çeviri yapıyordum.
Duygu Asena’nın o dönemde bıkmadan usanmadan feminizmin erkek düşmanlığı olmadığını söylemesi gözümün önüne geliyor.
O kanala bu kanala. O açık oturumda bu açık oturumda. Evime Fenerbahçe’ye beni ziyarete geldiğinde komşuların sonradan bakkalda sokakta hatta kapımı çalıp şunu demeleri de aklıma geliyor:
“Hiç de feminist gibi değildi. Ne güler yüzlüymüş. Bir de güzel! Bariz güzel. Ne güzel gülüyor….”
Yıl öyle 1940’lar falan da değil. Kim dergisini ardından Negatif dergisini yaptığımız yıllar. Duygu Asena bana işte 1990’ların sonunda gelmiş gitmiş olabilir.
Ama tepki bu.
Fenerbahçe insanı bu. Feministi ürküten, çirkin, düşman biri biliyor.
Ben kendimi bildim bileli feministim.
Ortaokuldayım.
Babamın en sevgili arkadaşlarından anayasa kuramcısı, anayasayı Siyaset Meydanı’nda cinli cinzanolu bir kokteyl tarifi olarak anlatacak kadar avangard Bakır Çağlar’ın yine o yıllarda, uzun sofraların tam ortalarında -sonunda çoktan yatmış olmalıydık- ilan ettiği gibi “sen o zaman feministsin Ayşegül!”
O gün sofrada tartışılan konu, Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok kitabıydı. Okuduğumu ve çok etkilendiğimi söylemiş ve büyük bir tartışmaya neden olmuştum.
Ezilenin erkeği kadını olmaz mıydı?
Olurdu.
Kadının Adı Yok, özgür bir ailede yetişmeme rağmen beni kadın olmanın, kadın olarak sesini çıkarmanın güç olacağına dair uyarmıştı.
Hatırlamıştım:
İlkokulda bana ısrarla “küçük sesle Ayşegül, derlerdi.
“Küçük sesinle Ayşegül!”
Küçük bir sesimin olmadığını, sesimin böyle yani büyük olduğunu açıklamak için dört sene bekleyecektim.
Evde ayna karşısında çok prova yapmak demekti bu.
(Sesim büyük benim. Sesim böyle benim!)
İlkokul beşe geldiğimde provalar işe yaramıştı.
Müdüre “sesim böyle” dedim “benim”.
“Sesim böyle yani büyük”.
Sonra öğretmenime küçük sesimin olmadığını söyledim.
Feminizm bayrağım Duygu Asena’yla tanışmamla onunla birlikte önce Kim ardından Negatif dergisinde çalışmamla onunla yakın arkadaş olmamla hep dalgalandı. Hiç durulmadı işte.
Onun feminizmi, özgür yetişen bana, özgür olmayanlar olduğunu, benim özgür yetişmemin özgür olmak için de yeterli olmayacağını öğretti.
Haksız Tahrik sergisi kitabının editörlüğünü yaptığımda bir grup kadın sanatçı, akademisyen ve yazarla son yıllarda olup olmadığı sorgulanan kadın olmanın doğası, Türkiye’de kadın olmanın doğası üzerine söyleşiler gerçekleştirdim.
Hayatım boyunca da söyleşi yaptığım her kadına feminist olup olmadığını bıkmadan sordum.
Beni en etkileyen feminist yanıtlardan birini, hiçbir zaman kendisini feminist olarak tanımlamayan ressam Neşe Erdok’tan almış olabilirim:
“…Hep erkekler var ve her şeye onlar karar veriyor. Nasılsa öyle oluyor. Politikada da öyle. Erkekler karar veriyor. Dolayısıyla bütün olumsuzlukları onlar yüklensin.”
Selma Gürbüz de 1980’li yılları kendi üretimi açısından bana şöyle değerlendirir:
“1980’ler evet, politik yıllardır. Olmasını istemediğimiz her kötü şey oldu. Bu kötülük bizde bir içe dönüklük başlattı ve dil yarattı diyebilirim. Satranca benzetiyorum ben bunu. Engellene engellene hamlelerle oynuyorsun ve dilini oluşturuyorsun. Kendini oluşturuyorsun… ”
Gürbüz’e feminist olup olmadığını sorduğumda “ne olduğumu bilmiyorum kadınlar en iyi kadınları anlatmaz mı” diyerek sorumu soruyla ve açık yüreklilikle yanıtlamıştı.
Mona Hatoum‘la da elbette feminizm ve 1970’li yılları konuşacaktık.
Feminizmden çok etkilenmişti.
“1970’li yılların ortalarında onu keşfetmek heyecan vericiydi birçok açıdan. Dünyayla ilgili hislerimi netleştirdi. Feminizmin ilkelerini öğrendiğimde ben zaten böyle düşündüğümü fark ettim.”
Rebecca Horn aynı yıllarda New York’ta yaşar. Kendini bir feminist olarak asla ilan etmeyecek ancak ancak John Baldessari, Hans Haacke’nin davetiyle gittiği New York’ta olmanın kadın olarak daha zor olduğunu anlatacaktı.
Heykellerini ilk kez Venedik Bienali’nde gördüğüm Patricia Piccinini ise “feminist olmamak mümkün değil” diye yanıtlayacaktı beni.
11. İstanbul Bienali küratörleri Ivet Ćurlin, Ana Dević, Nataša Ilić, Sabina Sabolović yeni grup WHW de şöyle:
“Feminist olmadığımız düşünülemez. Günümüzde siyasi toplumsal sorunlar üzerine düşünen hiçbir kadın kültür işcisinin feminist olmama ihtimali yok.”
Nezaket Ekici ise “feminist düşünceye yakın gelen işler üretiyor olabilirim ama feminist bir sanatçı değilim öyle tanımlanmak öyle kısıtlanmak istemiyorum” diyordu.
Genç sanatçı Nezaket Ekici, Marina Abramoviç’in öğrencisi olmuş ancak feminist anlamda onun mirasını reddetmişti.
Bu reddi miras, kadın sanatçıların feminist etiketinden kaçınmaları giderek sanat ortamında daha sık görülürken feminizmin yükselişe geçtiği alanın çağdaş sanat yerine moda olması düşündürücü.
Ancak çağdaş sanat alanında da özellikle son on yılda en Batı’da Amerika’da her gün hakkı teslim edilmemiş kadın sanatçılara hakkını teslim eden retrospektifler geç de olsa feminizmin 1970’li yıllardan beri ektiklerini nihayet biçebildiğini ne mutlu ki gösteriyor.
1990’ların başında Duygu Asena’nın Kim dergisinde başlayan feminist maceram pek çok virajlar almıştı.
Değişmeyen tek sloganım Margarate Von Trotta‘ya göre her şeyin yüzde ellisini istemek, başta sermayenin değildi.
Sanırım erkeğin olmamı istediğinden başka bir şey olmaya duyduğum inanç ve kararlılık.
Feminist sanatın da özeti bu olabilir:
İktidara ve onun değerlerine meydan okumak böylelikle iktidar ki cinsiyetçi ve hegemoniktir, varsaydığı evrensel estetik değerleri hiyerarşileri teker teker yerlerinden indirmek.