"Her konser piyanisti düzgün Chopin çalabilir – hatta, bir yerde, konser piyanisti olma tanımının içine giriyor düzgün Chopin çalmak. Peki Chopin’i doğru çalmak tam olarak ne demek?"
İyi bir piyanist olmakla iyi Chopin çalmak birbirlerinden çok farklı iki kavram. “Chopin’i iyi çalmak”tan kastım, “Chopin’i doğru çalmak”, ama doğru çalmaktan kastım düzgün çalmak değil. Her konser piyanisti düzgün Chopin çalabilir –hatta, bir yerde, konser piyanisti olma tanımının içine giriyor düzgün Chopin çalmak. Peki Chopin’i doğru çalmak tam olarak ne demek?
Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa Fazıl Say, Zorlu Center’daki konserinde Chopin’i doğru çal(a)madı.
Konserin başlığı “Fazıl Say Plays Chopin”di –daha çok CD kapaklarında rastladığımız türden. Bir piyanistin genelde ilgi alanı dışındaki bir bestecinin seçme eserlerinden oluşturduğu albümüne verdiği isimlere benzer, “Gould Plays Beethoven” ya da “Nikolayeva Plays Mendelssohn” gibi gördüğünüzde merak uyandıran “Acaba bunu nasıl çalmış?” diyeceğiniz bir başlık. Ben de konsere kafamda tam da bu soru ile gittim, zira Fazıl Say’ın diskografisinde de –bildiğim kadarıyla– Chopin albümü yok, hatta karışık albümlerinde bile Chopin kaydı olup olmadığından emin değilim.
Chopin’in nasıl çalınması gerektiği ile ilgili objektif olarak söylenebilecek sadece bir kaç anektod var elimizde. Kendi mektuplarından ve öğrencilerinin aktardıklarından biliyoruz ki bestecinin eserlerinde en çok önem verdiği nokta melodilerinin “Bel Canto” olarak çalınması gerektiği –yani sanki piyanistin adeta arya okuyormuş, şarkı söylüyormuş gibi akıcı bir müzik dili ve legato kullanması. Bir ikincisi de aşırıya kaçmamak şartı ile “rubato” çalması –yani melodiye eşlik ettiği sol eli nerdeyse bir metronom gibi ritmik kalırken, melodileri çaldığı sağ elini serbest ve akıcı bırakması. Müziğinin asıl teknik kısımlarına (doğru parmak seçimi, triller, oktavlar, pedal kullanımı ve belki de en önemlisi iç seslerin vurgulanmasına) ancak bu aşamalardan sonra gelinebiliyor. Yani tekniğiniz her ne kadar iyi olsa da eğer Chopin’i Chopin yapan asıl noktalar olmazsa, gerisinin pek önemi kalmıyor. Zira Chopin’in besteleri kâğıt üzerinde basit. Önemli olan bestecinin maksadını doğru okuyup dinleyiciye verebilmek.
Bütün bu gereksinimlerinin yanında, Chopin’in müziğinin önü alabildiğine açık. Piyanistin hissettiği ölçüde melodramatik, dilediği ölçüde oyunbaz, düşündüğü ölçüde virtüöztik olabiliyor. Ve işte tam da bu yüzden Chopin meraklıları aynı eserin farklı yorumculardan farklı yorumlarını toplamaya doyamıyorlar. Aynı noktürnü Maria João Pires de, Alfred Cortot da çalıyor; ama bir tanesi müzikteki duygusallığı öne çıkartırken, diğeri salt eserdeki mizaca önem veriyor. İkisi birbirine taban tabana zıt, ancak belirli bir niyet ve gaye ile çalındıklarından her ikisi de kendi içlerinde mükemmel ve doğru çalınmış Chopin olabiliyor. Siz de dinleyici olarak o anki haliyet-i ruhiyenize göre dilediğiniz yaklaşımı tercih ediyorsunuz. Her ikisi de düşünülmüş, tasarlanmış ve belirli bir çizgide olan yorumlar. Sanırım Fazıl Say’ın Chopin performansındaki en büyük eksiklik de tam olarak buydu.
Say konserinin Chopin kısmına ünlü Cenaze Marşı Sonatı ile başladı. Daha ilk baştaki fırtınalı açılıştan, piyanistin müzikteki cümleleri üzerinden atlayarak, bulanık bir sesle ve yalapşap çaldığını fark etmemek mümkün değildi. Daha da önemlisi, gecenin geri kalanının çoğunda da devam edeceği gibi, müzik bir türlü akmıyordu. Cümlelerin sonunu getirmiyor, onun yerine sanki bir melodik fikirden diğerine atlıyordu Say durmadan. Sonatın Cenaze Marşı bölümünde içimden “Bari burada biraz durulsa” diye diledim. Keşke dilemeseydim: Fazıl Say’ın Cenaze Marşı daha çok Mehter Marşını andıran, bir türlü ilerleyemeyen, olur olmaz duran, geriye giden ve nihayetinde oldukça can sıkan bir performans oldu. Hayatımda duyduğum en sıkıcı Cenaze Marşı olabilir hatta –ve bunu Ivo Pogorelich’i aynı eserde dinlemiş birisi olarak söylüyorum.
Konserin ikinci yarısındaki noktürn serisinde de Fazıl Say’ın kimi zaman kaprisli, kimi zaman çekingen kimi zaman ise maymun iştahlı yorumlarına maruz kaldık. Her ne kadar Chopin noktürnlerinin yapış yapış, aşırı duygusal, ağlak yorumlarından hiç hoşlanmasam d, Say’ınkiler bana bile fazla hareketli ve oynak geldi. Piyanist bazı parçaları adeta bir an önce bitsin gibi çalarken (Op. 37/1, 27/2, Op.55/1) bazılarından ise gözle görünür bir şekilde daha çok zevk alır gibiydi (Op. 32/1, Do minör Posth.).
Piyanistlerin çaldıkları müziğe olan bakış açılarına mümkün olduğunca hoşgörü ile yaklaşmaktan ve sanatsal özgürlüklerini sonuna dek kullanmalarından yanayım. Ancak bunu yaparken eserlerin özüne önem vermemelerini affedemiyorum. Örneğin Op. 27/2 Re bemol majör noktürndeki belki de en can alıcı nokta, Chopin’in majör ve minör modlar arasında yaptığı ustaca ve hayli dramatik geçişler. Sahnedeki sanatçı bu bağlantıların üzerinden sanki bir detaymış gibi atladıktan sonra üçlü pasajları her ne kadar ustalıkla çalarsa çalsın bana pek bir şey ifade etmiyor. Ya da Op. 48/2 Fa diyez minör noktürnün ana temasındaki huzursuz, karanlık ve dinleyiciyi tedirgin eden melodiyi doğru ifade edemedikten sonra o noktürnü çalabilmenin ne önemi var bilemiyorum.
Gecenin ironisi herhalde Fazıl Say’ın konseri sonlandıran Berceuse yorumuydu, zira Chopin’in ninnisini bütün incelikleri, detayları ve büyüsü ile şahane çalan piyaniste “Madem böyle çalabiliyorsun, neden daha önce çalmadın” diye kızmaktan anın tadını çıkartamadım.