A password will be e-mailed to you.

İçinde bulunduğumuz anların tam da yaşanırken arşivlenmesi, kriz zamanlarında algoritmik küratörlük, eleştirel kolektif zekâ ve bir düşünce aracı olarak teknolojik dil konularının tartışmaya açıldığı etkinliği yeni medya ve maduniyet alanında çalışan sosyolog ve sanat eleştirmeni Ebru Yetişkin değerlendirdi.

…Ölümsüzlük. Onların arşivlerimin içine sızmalarına ve havayı ciğerlerine çekmelerine izin vereceğim…
(Erkki Kurenniemi, Newton Günlüğü, 1996)

Salt Galata’da Winchester School of Art işbirliği ile ‘Farklı Kaydet: Toplumsal Bellek’ başlıklı bir sempozyum  düzenlendi. Bu sempozyum yazılım sanatı, arşivleme ve medya arkeolojisi alanında çalışan sanatçılar olarak Burak Arıkan, Ali Miharbi ve Nicolas Malevé’yi, küratör Joasia Krysa’yı  ve medya arkeolojisi ile ilgili akademik çalışmalar yapan Jussi Parikka’yı bir araya getirdi. İçinde bulunduğumuz anların tam da yaşanırken arşivlenmesi, kriz zamanlarında algoritmik küratörlük, eleştirel kolektif zekâ ve bir düşünce aracı olarak teknolojik dil kullanımı buradaki temel meseleler…

Düşünme, ifade etme ve yaşama gibi temel hak ve özgürlüklerin yargı ve yürütme yolu da kullanılarak ihlal edilmesine ve istismarına karşı bir mücadele olan Gezi direnişinde yeni medya, deneyimlere ait veriyi ve enformasyonu üreten, toplayan, yayan, çoğaltan, kaydeden ve depolayan aktörlerden biri. Peki, Gezi direnişi bizzat yaşanırken içerik ve donanım üretme/mek yoluyla nasıl bir kolektif toplumsal bellek ve arşiv oluşmakta acaba? Teknoloji dilini kullanan sanatsal ve kültürel pratikler acaba ne tür yeni arşivleme yöntemleri sunuyor? Yazılım, sosyal medya ve ağ bazlı iletişim pratikleri alternatif anlatımlar sağlayan başka temsiliyet imkânlarını nasıl sunuyor?

Buna karşılık ‘’ne hızla büyüyen arşivin eleştirisini yapacak, ne de içerik derleyecek zamanımız ve olanağımız var şimdi’’ denilebilir pekâlâ. Yine de bir husus şu aşamada belki de öncelikli sayılabilir:

Özellikle ana akım medyanın uyguladığı sansürün ve taraflılığın şiddetinden dolayı direnişin mesele edindiği konular, acaba diğerleriyle (P2P) nasıl paylaşılabilir, bu sorunlara odaklanarak birlikte ne/nasıl üretilebilir ve bunlar toplumsal belleklere nasıl kaydedilmiş bulunabilir? Bu sorunun değişik versiyonları pek çok forumda da gündemde şu anda.

Bu sorular yalnızca nasıl bir gelecek oluşturduğumuzla ilgili değil yalnızca. Mesele, başka dünyaların mümkün olabildiğine dair inancı ve arzuyu paylaşmaya ve çoğaltmaya dair aşk gibi coşkun duygular ve bu duyguların ortaya çıkmasını sağlayan mekanizmaların emeği ve sömürüsünden ibaret de değil. Aksine farklılıklarımızla birlikte yaşamanın yollarını çoğaltarak  içinde bulunduğumuz şimdiki zamanı her an yaptığımız eylemler ve tercihler yoluyla dönüştürme gücünü nasıl kullanabileceğimizle ilgili.

‘Algoritmik Küratörlük Üzerine Spekülasyonlar’ başlıklı konuşmasına Krysa işte tam da bununla ilgili bir noktadan girdi. Galloway ve Thacker’ın ‘Mizantropi Üzerine’ başlıklı makalesine  atıfta bulunarak küratörlük kavramının Latince kökünün cura, yani iyileştirmek ve care, yani ihtimam göstermek olduğunu hatırlatan Krysa, ‘yazılım olarak küratörlük’ kavramını tartıştı. Güncel küratörlüğün yalnızca koleksiyonları ve sanat nesnelerini seçmek, derlemek ve korumak olmadığını, özellikle kriz zamanlarında toplumsal etkileşim ilişkileri yaratmaya, bu ilişkilere ihtimam göstermeye ve onları iyileştirmeye yöneldiğinden bahsetti.

Bu güncel tekno-küratöryel yaklaşım zannediyorum Istanbul Bienali ile ilgili kritik bir hususu da açığa çıkarıyor ve irdelenmeye açık duruyor. Bugün giderek artan bir şekilde hem çevirimiçi mecralar ve kanallar ile küratörlüğün herkese açılmaya başlaması hem de gündelik hatta anlık bir zamansallıkla birlikte çalışılması söz konusu. Foucault’nun ‘kendiliğe ihtimam göstermek’ (care of the self) kavrayışının post-fordist versiyonu olarak önerilen bir ‘veriye ihtimam gösterme’ anlayışına geçişler giderek çoğalıyor.

Oysa bugün kendiliğe dair verileri işleyen şirketlere bakıldığında ihtimam göstermekten çok giderek merkezileşen ve otoriterleşen bir yönetim zihniyetini seçme, derleme ve koruma eğrileri görülüyor. Ne var ki Arıkan’ın sunumunda vurguladığı üzere Manuel Castells veri ve enformasyona dayalı ağ toplumlarında iktidarın artık ne kurumlarda, ne devlette de ne de büyük şirketlerde olduğunu belirtiyor. Bugün iktidar, toplumu yapılaştıran ağların içinde. Foucault’nun ‘direniş iktidardan önce vardır’ sözünü hatırlayacak olursak, arıza ve hata frekanslarının hızla artması yoluyla türeyen dağıtılmış (distributed) direniş ağları sayesinde acaba başka bir yönetim zihniyeti nasıl oluşuyor?

Google’ın rengarenk imajına karşı ‘doğaya zarar’ devasa veri fabrikalarına  bir soğuk kolektif bellek deposu ve sürekli güncellenen bir arşiv olarak baktığınız zaman alternatif yazılım ve donanım ile açık kaynak zihniyetinin temel hak ve özgürlüklerimizle ilgili bir konu olduğu gün yüzü gibi ortaya çıkıveriyor. Nitekim şu anda korkunç boyutlardaki veriyi sonsuza kadar saklamanın artık mümkün olduğu ileri sürülüyor. Bu beyanın kendisinin dahi bir denetim ve yönetim aracı olduğu aşikar. Verilerin toplanarak finansal yan ürünler gibi çeşitli ürünlere dönüşmesini ve denetimin sağlanmasını mümkün kılan bu mesele, temel hak ve özgürlükleri savunmanın son derece ‘doğal olan’ niteliği karşısında neoliberal şiddetin görünmeyen yüzünü açığa çıkarıyor.

Bu konuyla ilgili olarak Arıkan karmaşık ilişkileri görünür kılma yolları açmaktan bahsediyor ve ağın iki farklı halini vurguluyor: olay olarak ağ (network as event) ve harita olarak ağ (network as map). Örneğin ‘Ergenekon TC’ (2009) bir ‘’ağ haritası’’, parkta dolaşan bir dedikodu ise bir "ağ olayı" olarak değerlendiriliyor, yani olay gerçekleşirken bir harita yok, ama ağ var. Arıkan bunun önemli bir ayrım olduğuna dikkat çekiyor ve MyPocket (2008) projesinden bir olay ile bir haritanın füzyonu olarak bahsediyor.

Yalnızca Türkiye’de değil, finans kapital ağı, ya da Arıkan’ın Gezi’de başlattığı ve kolektif olarak yürüyen Mülksüzleştirme Ağlarının hegemonyasının hâkim olduğu yerlerdeki Hükümet A.Ş. ağları, bugün hem yasal boşluklardan sızarak, hem de hukuku kendi otoriter iktidarına mal ederek dijital izlerimiz üzerinden toplumu gözetlemeye ve denetim altına almaya çalışıyor. Mülksüzleştirmenin ve içinde bulunduğumuz sürecin sermaye ilişkileri üzerine veri toplama, kaynak derleme ve ilişkilenme haritasını çıkarma çalışması kolektif olarak yapılıyor

Direniş eylemleri sırasında yoğun bir şekilde kullanılan ‘iyi niyetli’ (!) Facebook ve Twitter şirketlerinin talep edilmesine rağmen verileri devlet yetkilileriyle paylaşmadığına ve uygun yasal koşulların oluşması gerektiğine dair beyanları ise arşiv ve kolektif bellek oluşturma bakımından irdelendiğinde ise acaba bizi hangi noktaya getiriyor? Kullanım sözleşmesi gibi bir formda, ya da Fuller ve Goffrey’in deyişiyle ‘şeytan medya dağıtım merkezleri’nden birinde  gizlenen neoliberal sömürünün şiddeti, aynı zamanda neyin algılanmaya dâhil edilip neyin dışlanacağına dair karar verme mekanizmalarındaki çeviri ve erişim engelleri ile seçme ve seçilme özgürlüğüne konan barajların yüksekliğiyle de ilgili değil mi? Çoğunluğa dayalı temsili düzenlerin krizi doludizgin sürüyor. Miharbi’nin 2007-2008 tarihleri arasında yaptığı ‘Delegations’ adlı işi de siyasi, bilimsel ve sanatsal temsil sistemlerindeki genelleme, indirgeme ve hakikat soruna değiniyor.

Bunun karşısında çoğunluğa dayalı temsili düzenleri sürdüren hegemonik bir uzantı olarak değerlendirilebilecek ‘Büyük Veri’ var. Birbirine entegre edilen alanların genişlemesiyle güncel bir denetim-gözetim-yönetim aracı olarak büyük veri analizleri, yatırımların ve yatırımcılarının artmasıyla birlikte bugün giderek popülerleşmekte, meşrulaştırılmakta ve normalleştirilmekte. Bir aktaran, nakleden ve taşıyan, yani medya niteliğine sahip bir fail olarak büyük veri araştırmaları ve araştırmacıları mayınlı alanlar gibi.

Misal, tam da gezi direnişinin en şiddetli günlerinde güncel bir araştırma nesnesine nasıl dönüştürülüverdiğimizi Bilbil, Çalışkan ve Cemgil’in Twitter kullanım akışlarıyla ilgili büyük veri araştırma sonuçlarından öğrendik. Gaza gelmeden olsa gerek, birkaç pop-up konuşma balonu çıktı içten: ‘’Dumanı üstünde, kullanıma-hazır bilgiyi sağlama ihtirasına kapılmış duran ve vahşi rekabet düzenini sürdürüp kalkındıran bu ‘iyi niyetli’ (!) failler, yaptıkları araştırmayla birlikte, taşeronlaşma ve kadrolaşmanın sıkboğaz ettiği akademinin şirketleşme sürecine hizmet eden bir emek unsuru haline gelmiyor mu? Direniş üzerinden örtük bir şekilde neoliberal hegemonyanın akademi.com.2013 sürümünü yeniden üretmek değil mi bu? Varsa bu körlere öncülük eden körlüğün taklide dayalı (ne) münasebeti, aman, hegemonik olanı örtülü bir şekilde savunmaya rıza göstermek zorunda kalmanın şiddeti ve bu şiddete maruz kalmaktan kaynaklanan bir uyurgezerlik olmasın?’’

Diyeceğim: Son olaylar bir kez daha gösterdi ki yeni medya teknolojileri ile birlikte bugün medyaya, zamana, belleğe ve bilgi üretimine dair hâkim algı alt üst olmakta. Peki yeni medya teknolojilerinin içine gömülü olan ve bu yüzden de bu teknolojileri kullanırken öğrendiğimiz ve oluşturduğumuz toplumsal bellek acaba neleri içinde barındırıyor? Arşivi bir politik mesele olarak değerlendirirsek, Foucault’nun bilginin arkeolojisinde vurguladığı üzere, bilginin nasıl oluşturulduğuna dair kültürel süreçler aynı zamanda iktidarın nasıl oluştuğunu da belirlediği için önemli.

Bu konuyu Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen bir yönden, medya arkeolojisi perspektifinden tartışan Parikka, bugünün ve geleceğin arşivcisinin bir tür medya arkeoloğu olduğunu savunuyor. Yani kültürün belleği nasıl yazdığını, medyanın aktardığı ve depoladığı nesne kalıntılarına, büyük veriye ve lineer anlatımlara odaklanarak değil, bizzat medya teknolojisinin aracılık ettiği (mediate) olayları, medya fragmanlarını, bitleri, parçacıkları, ipuçları ve tüyoları araştırmayı öneriyor. Burası, Parikka’ya göre, medya aktivisti ile geleceğin arşivcisinin rollerinin birleştiği de bir yer. Yani bugün yazılım kültürleri ve sosyal medya çeşitlemeyi, dinamikliği ve sürekli değişimi öne çıkarıyorsa eğer, medyanın ne için ve nasıl kullanılacağına dair bilgi oluşturmaya aynı zamanda ‘dolaşımdaki bir yaratma’ ve ‘dolaşımdaki bir arşivleme’ de denilebilir belki de… yani Derrida’nın yaklaşımıyla ‘arşivlemenin olayı kaydettikçe üretmesi’ gibi…

Bu noktada dolaşımdaki arşiv ile kolektif belleğin neoliberal yönetim zihniyetine karşı ve onu izomorfik şekilde örten bir işlemsellik ve süreçsellik (processing) kültürünü içerdiğini de vurgulamak gerek. Örneğin Taksim’de iktidara karşı direniş için devrilmiş ve çok sesli sloganlarla bezenmiş belediye otobüsleri, direniş sırasında ortaya çıkan ikonografik nitelikteki temsil nesnelerinden biri olarak değerlendirilebilir. Ancak bu ikonografik temsil nesneleri arşivlenerek bir müzede sergilenmeden yok edildi. Yerinden edilmeden önce bu otobüsler kolektif belleği imleyen bir ‘gösteri nesnesi’ olarak da işlev gördü ve dijital belleklere birer veri olarak işlendi. Bir kent müzesinin Gezi Parkı, Haydarpaşa Garı ve Haliç Tersanesi gibi kentin kültür tarihi içindeki kritik momentleri barındıran yegane mekânlara kurulmasını ısrarla öneren yöneticiler, direnişin kolektif belleğinin temsili bir unsurunu da silmiş oldu.

Bu otobüslerin değerleri aktaran, nakleden ve yayan bir medya olarak yok edilmesi, yönetim zihniyetini açığa çıkaran mikro-semptomlardan yalnızca biri. Silme, yerinden etme ve yok etme eylemiyle zihinlerin ve bedenlerin anıtsal nitelikteki bir muhalif temsil nesnesinin sunacağı merkezileştirici lineer bir anlatıya odaklanması önlendi ve bu sayede oluşacak bir kolektif belleğe erişim engeli de konmuş oldu. Bu yolla bedenler ve zihinler farklı yönlere hareket etmeye zorlandı. Ana akım medyadaki merkezi iktidar temsilcilerine karşı (provokasyon, dezenformasyon vs. ile) duygulanımsal (affective) emeği işe koşan kakofonik reaksiyoner akışlar oluşturuldu. Diğer yandan ise TBMM’de kabul edilmeyen önergeleri arşivleyen http://kabuledilmedi.tumblr.com/ gibi görsel-işitsel ve yazılı verilerle hareketli ve dolaşımdaki başka bir tür kolektif bellek ve arşiv oluşmaya başladı.

Miharbi de sunumunda zannediyorum buna benzer bir meseleye dikkat çekerek gezi direnişi sırasında dolaşıma sokulan görsellerin koda özgü hiperlingüistik bir niteliğe sahip olmadığını, daha ziyade duygulanımsal betimleme araçları olarak kullanıldığını ve akışları ortaya çıkardığını söyledi. Sonuç olarak Emek Sineması, Tarlabaşı, Çamlıca, Sulukule, Alibeyköy, Loç, Hopa, Hasankeyf, Ergene, Başköy ve sayısız diğerleriyle birlikte Gezi’yle sürdürülerek kalkındırılmaya çalışılan güçlü bir kolektif bellek silme ve yok etme operasyonu bulunuyor. Bununla birlikte tam da anın içinde kendi kendine örgütlenen bir başka kolektif bellek ve yönetim zihniyeti de oluşuyor gibi duruyor.

Nasıl ki ‘Farklı Kaydet’ bir teknolojik emir kipine sahipse, yönetim zihniyetinin içine nüfuz etmiş neoliberal hegemonyanın bellek süreçlerinde teknik olarak nasıl koşullandırıldığı ve bunun nasıl saptırıldığı önemli bir mesele. Ne de olsa işgal edilerek ele geçirilecek ve tabi kılınacak hedef nöronlar. Parikka ‘arkeoloji’nin kökünü oluşturan ‘arche’nin kökenlerden çok komut ve buyurganlıkla ilişkisini vurgulayarak bu sözcükle ilişkili bir şekilde türeyen arşivin bir örgütlenme mantığı ve buyruğu olduğunu, dolayısıyla medya arkeolojisinin de medyatik buyruk ve örgütlenme mantığı ile ilgili olduğunu belirtti. Miharbi’nin mekanik bir ses enstalasyonu olan Seance (2011) başlıklı işi yine bu açıdan değerlendirilebilir belki de çünkü Miharbi burada ‘order’, ‘meet’, ‘walk’ gibi tweetlenen belirli bir komut sözcüğünün frekansı ile hareket ve hareketsizlik arasındaki ilişkilerin nasıl örgütlendiğini görünür kılıyor ne de olsa.

Bir başka deyişle yeni medya teknolojisini burada artık yalnızca kitle iletişim aygıtları ve araçları olarak okumayı bırakmak, ve buyruklar barındıran toplumsal bir örgütlenme pratiği ile deneyimi olarak değerlendirmek gerekiyor. Zielinski’nin ‘un-archine’ kavramıyla tartıştığı üzere bu, aynı zamanda etrafımızdaki veri, enformasyon ve medya pratikleriyle nasıl uğraştığımız ve onları alternatif varyasyonlar olarak nasıl kurguladığımızla da ilgili.

Örneğin bir tür meta-veri biçimi olan hashtagler, performatif internet memleri, organik bir bütün olarak arşiv, beğen ve paylaş butonları ve hatta hiperlinklerle çalışan bu metin dahi  aktif birer fail sayılıyor. 

Negri’nin Deleuze ile yaptığı 1990 tarihli mülakatı hatırlayacak olursak virüs gibi insan-olmayan varlıklara özgü direniş yollarının 19.yy.dan kalma sabotaj ve grev gibi direniş yollarının yerini aldığını, bu yüzden de bu güncel direniş yollarını daha açık bir zihniyetle kavramak gerektiğini hatırlayabiliriz. Konuşmacıların tümünün ortak bir şekilde üzerinde durduğu dijital-fiziksel melezlik, Deleuze ve Negri’nin direniş yollarından biri olarak gördüğü virüslerin nasıl çalıştığı sorusunu da açıyor. Bir direniş yolu olarak virüs, dijital ile fiziksel arasındaki geri besleme döngüleriyle (feedback loops) çalışıyor. Örneğin birinin parkın ihlal edilmesini savunanlara gösterilen şiddetle ilgili tweet alması, parka gitmesi, fotoğraf çekmesi, tweet atması, bunu bir diğerinin görmesi, parka gelmesi gibi…
  
Gezi direnişi sırasında topladığı bazı görsel ve yazılı fragmanları paylaşan Parikka, sunumuyla medya arkeolojisinin nasıl yapılabileceğini bir şekilde perform etti. Bu içeriği üreten, toplayan, yayan, çoğaltan, kaydeden ve depolayanlar ise edilgen bir izleyicinin arşive özgü koruma ve muhafaza etme eğiliminden çok, açık ve birlikte üretilen kaynakların paylaşımına dayanan yeni medyaya özgü katılımcı bir zihniyeti hayata geçirdi sunum sırasında… Parikka yaptığı tartışmada medya arkeolojisinin neleri algıladığımız ve nelerin algımız dışında kaldığını ve bunların hangi hariç tutma ve dahil edilme mekanizmaları üzerinden olduğunu da irdeledi.

Dijital estetik bakımından değerlendirildiğinde ise içeriği kendine mal ederek yerinden etme ve ters yüz etme işlemi olarak ‘remix’in, arşivin ne anlama geldiğini imlemek açısından da öne çıktığını vurguladı. Remix, bu yönüyle bir bilgi üretim işlevine sahip. Halk Tv’nin Kazlıçeşme Mitingi canlı yayın görüntüleriyle eş zamanlı olarak penguen belgeseli yayınlaması gibi. Politik remix çalışmalarının taktiksel medya işlevine geçtiğimiz yıl Parikka ile birlikte çalıştığımız ‘parataktik müşterekler’ temalı amber’12 konferansında da değinmiştik çünkü remixin bugün dijital teknolojilerin ortak sayılan değerleri paylaşmak ve yeniden üretmek amacıyla bir direniş aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Remix, fragmanlardan oluşan ağ yapısıyla hakim algıyı sarsarak iktidar söylemlerini ve işlevlerini yapıbozuma uğratıyor.

Miharbi ise iktidarın komplo teorilerine dayanan diline ve epistemik taraflılığına gönderme yaparak apofeni, yani anlamsız olan veride anlamlı bazı şablonlar ve bağlantılar görme eğilimi ve pareidolia, yani cansız nesnelerde yüzler görmekten bahsetti. 2010 yılında yaptığı Faces on Mars adlı işini paylaştı.

Kyrsa ve Malevé ise hayatını 1960-2005 yılları arasında kayıt altına almayı obsesif bir şekilde kafaya takmış sanatçı, fütürolog ve teknoloji öncüsü Erkki Kurenniemi tarafından biriktirilmiş ve üretilmiş belge ve veri arşivi küratoryal olarak nasıl kullandıklarını tartıştı. Bu tartışmaya birlikte Kyrsa ve Malevé, yazılım olarak küratörlük hakkındaki araştırma süreçlerini paylaşıma açtı. Kendi yaşamının mikro-zamansallıklarını çeşitli yollarla kaydederek bir arşiv verisi oluşturan ve kuantum bilgisayarlarının yapay zeka bilinciyle insan yaşamını yeniden üretmesi için bir yaşam şablonu (a life template) sunan Kurenniemi, böylelikle yaşamını tamamlanmamış, süreçsel, işlemsel ve sürmekte olan bir jeneratif kaynak kodu haline getirmiş.

Kurenniemi’nin oluşturduğu verinin büyüklüğü, içerik zenginliği ve çeşitliliğine ihtimam gösterilerek küratoryal araç ve yöntemler geliştirilmesi ise bu güncel algoritmik küratöryel araştırmanın temelini oluşturmuş.

Burada ‘büyük veri’ hegemonyasının sanatsal-bilimsel-teknolojik araştırma ve çalışmalarla birlikte nasıl da başkalaştırılmaya çalışıldığını vurgulamama gerek yok sanırım. Nitekim araştırmacıların tasarladıkları, kişiselleştirdikleri ve ödünç aldıkları algoritmalar gibi arabulucuların da birer muhatap (interlocutor) ya da Latour’un deyişiyle birer aktant olması söz konusu artık.

Verinin farklı katmanlarında fark ettikleri, ilişkilendirdikleri ve bağladıkları noktalardan raporlar veren bu algoritmaların failliğiyle birlikte çalışan ve yaşamın kendisini açık bir yazılım olarak okuyan bu güncel küratöryel araştırma pratiği burada artık insan ve insaniyet merkezli üretim hattından da kopuyor. Gezi direnişinin de ortaya çıkardığı üzere burada başka zamansallık kavrayışları, eylem olanakları ve bilgi üretme yolları bulunuyor. Arıkan’ın 2007 tarihli Tense işindeki gibi burada bir şey öngörerek gelecek zamana ait fiziksel bir anı kullanmaya, neoliberal hegemonyayı da içine alarak onu patlatacak şekilde kendine mal etmeye dayalı başka  yaklaşımlar var gibi duruyor.

Kendi hikayelerini kendi dillerinde anlatan başka seslerle ve başka faillerle birlikte çalışmanın yolları araştırılıyor. Böylelikle arabulucular, aktanlar, aktörler ve b(ağ)lar olarak bizler nasıl diyaloglar, toplumsal etkileşim ilişkileri ve örgütlenmeler oluşacağını hem gerçekleştirmekteyiz hem de göreceğiz hep birlikte…


Mülksüzleşizleştirme Ağları Atölyesi II
5 Temmuz Cuma 19:00 Umut Derneği


Görsel 1: Mission Eternity Project, 2005

Görsel 2: Delegations, Ali Miharbi, 2007-2008

Görsel 3: Servis dışı, Anonim, 2013

Görsel 4: İzleyici/Katılımcı, Turgut Çırpanlı, 2013

Görsel 5: Erkki Kurenniemi (in 2048), An Average Image

Görsel 6: Tense, Burak Arıkan, 2007
 

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 13:25:30