Sean Baker’ın geçen yıl Sundance’te büyük sükse yapan ve bir kez daha iyi bir film çekmek için büyük bütçelerin şart olmadığını kanıtlayan filmi Tangerine bu yıl !f İstanbul’da izlediğimiz en iyi işlerden biriydi.
Fahişeler, muhabbet tellalları, taksi şoförleri; kadınlar, erkekler, trans bireyler… Sean Baker son filmi Tangerine’de sokağın ve gecenin insanlarını anlatıyor. Hem de kelimenin her anlamında bağımsız bir film koyuyor ortaya. Bağımsız ve ilham verici.
Film Noel akşamı Los Angeles’ın kenar mahallelerinde, sevgilisi ve pezevengi Chester’ın kendisini aldattığına ikna olan trans birey Sin-Dee Rella’nın sokak sokak erkeğini arayışına tanık ediyor izleyiciyi. Bu sırada içinde fuhuş yapılan harap evler, köşe başlarında müşteri bekleyen fahişeler, milletin ağız kokusunu çeken taksi şoförleri, Noel kutlamak için bir araya toplanan ama kavga etmeden de duramayan aile bireyleri geçip duruyor kameranın önünden. Hem çok yabancı, hem de bir yanıyla çok tanıdık bir dünya bu; komik, acıklı, acıtıcı ve bir bakıma sağaltıcı. Aynı filmi İstanbul’da da çekebilirsiniz ve muhtemelen çok daha kanlı bir finale şahit olursunuz ama Tangerine belki de sırf bu yüzden bile (şiddetin tek çıkar yol olmadığı bir dünya tasvirine duyduğumuz naif inanç yüzünden) izlenmesi elzem bir film olabilir.
Filmde iki yakın arkadaşı canlandıran Kitana Kiki Rodriguez (Sin-Dee Rella) ve Mya Taylor (Alexandra) rol aldıkları ilk filmde kendi geçmişlerine çok benzer hikayeleri olan karakterleri oynuyorlar ve işin doğrusu çok da zor bir işin altından büyük bir maharetle kalkıyorlar. Gerçekten fahişelik yaparak sokaklarda yaşamış olmak sokaklarda fahişelik yapan bir karakteri oynayabileceğiniz anlamına gelmiyor malum, hatta kendi deneyimlerinizden böylesi zor hatıraları damıtmak çoğu zaman çok daha zorlayıcı olabilir. Öte yandan evli ve çocuk sahibi olduğu halde travesti fahişelere düşkün, hatta bir iki tanesine gönülden bağlı olan Ermeni taksi şoförü Razmik rolünde aslında kendi ülkesinde çok tanınmış bir aktör olan Karren Karaguliyan’ın bir hayli sağlam performans çıkardığını da not etmek lazım. Tabii onun her şeye burnunu sokmaya ve aileyi kendince kontrol altında tutup, manipüle etmeye meraklı kaynanası rolünde harika bir iş çıkaran Alla Tumanyan’ı (yine çok meşhur bir tiyatro ve sinema oyuncusu) da unutmamak lazım.
Geçen yıl Sundance’te en çok konuşulan filmlerden biri olan Tangerine’in daha önce pek görmediğimiz bir Los Angeles panoraması çizdiğini ve bu anlamda Sean Baker’ın son derece başarılı bir işe imza attığını da notlarımıza ekleyelim. Burada gösterişli caddeler, steril lokantalar, seksi kıyafetleriyle volat atan kız ve erkek modeller yok; pis sokaklar, havasız otobüsler, rutubet kokan berbat evler, bedenleri morarmış kırık dökük keşler var. Baker’ın gerilla tarzı çekimleri de mekan duygusunu yok etmediği gibi bizi hemen içine çekiyor ve gerçeklik hissini alabildiğince yaşatıyor, ki bu da yönetmenin açılarını ve çerçevelerini ne kadar iyi kurduğunun bir göstergesi olsa gerek. İsimleri lazım değil, birçok sinemacımızın izleyip, not alması gerekir sanki.
Noelden bir önceki gün başlayan ve Noel sabahına varmadan sona eren Tangerine yaşadıkları tüm zorluklara rağmen hayata sıkı sıkı sarılan, duygularına, geçmişlerine ve dostlarına sahip çıkan insanların öyküsü. Bu bir “Vah yazık, bunların da ne zor hayatları var” filmi değil. Bu, uzaktan görüp de yolunuzu değiştirdiğiniz insanların aslında sizinle ne kadar benzer şeyleri yaşadığını göreceğiniz; duygularına, dertlerine, sözlerine yakınlık duyacağınız ve onları böylesine iyi anladığınız için kendinizi iyi hissedeceğiniz bir film. Bu bir yüzleşme filmi, bir uyanış filmi, bir farkındalık filmi. Üstelik her şey i-Phone’larla çekilmiş, iyi mi?