!f İstanbul’un dikkat çeken belgesellerinden Listen To Me Marlon (Dinle Beni Marlon) belki oyuncu hakkında bilinmedik fazla bir şey söylemiyor ama sesi ve daha önce görmediğimiz dijital görüntüsüyle yepyeni bir Marlon Brando portresi çiziyor
Onu beyazperdenin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu olarak selamlayanların sayısı az değil. Hatta kimilerine göre Amerika’nın yetiştirdiği en iyi aktör, sahne ya da perde fark etmez. Sadece başarılı bir oyuncu da değil üstelik, nefes kesici yakışıklılığıyla tam bir seks sembolü, hem kadınlar, hem de (itiraf etmeleri zor olsa da) erkekler için. En azından çoğu erkek için diyelim. Sinemanın ölümsüz ikonu Marlon Brando muhtemelen zamanın sonuna kadar da silinmeyecek, ne hafızalardan, ne de evrensel/kolektif bilinçaltından. Üstelik şimdi sesiyle de yeni bir boyut kazandı Brando efsanesi.
Aslında çok da gizli kapaklı, bilinmeyen bir hayatı yoktu Marlon Brando’nun. Kendi imzasını taşıyan Annemin Öğrettiği Şarkılar başlıklı otobiyografisi ve içinde bol bol yakası açılmadık dedikodu barından Brando Unzipped (Darwin Porter imzalı biyografi Hollywood’un yatak sırlarını merak edenler için doğruluğu kanıtlanmamış nice maceralar içerir) başta olmak üzere Brando hakkında bol miktarda kitap vardır. Gerçi bu kitapların tam olarak gerçeği yansıtıp yansıtmadığı meselesi elbette tartışmalı bir konu ama en azından elle tutulur bir Brando portresine sahibiz uzun zamandır. Yine de Stevan Riley’nin eleştirmenler tarafından çokça beğenilen ve çeşitli ödüller alan Listen To Me Marlon başlıklı belgeseli hala tamamlanmamış olduğuna ikna olduğumuz Brando puzzle’ına yeni parçalar taşıyor ve güçlü bir ses boyutu katarak genel resmi alabildiğine zenginleştiriyor.
Filmi izlerken anlıyoruz ki, az buz değil, meğer Marlon Brando bir hayli ses kaydı bırakmış geride. Yüzlerce saatlik kayıt içeren bantlar ilk kez gün ışığına çıkıyor ve belki de sinema tarihinde ilk kez bir aktör ölümünden 10 küsur yıl sonra bir filmde başrol üstlenerek, yeni bir performansa imza atıyor. Filmin en başında (ve sonra ara ara çıkan) izleyiciyi karşılayan dijital Marlon Brando kafasını da sayarsanız, eni konu bir “öte dünyadan gelen mesaj” durumu var filmde. Brando’nun (dijital mijital, Brando sonuçta) son film performansı budur desek yanılmış da olmayız ayrıca. Riley’nin filmi bu anlamda da önemli.
Kronolojik bir sıra izlemiş Riley filmde ve Brando’nun hemen her konuda yaptığı ses kayıtlarıyla aktörün kapsamlı bir hayat öyküsünü ortaya koymuş. Bunu yaparken de işin psikolojik ve duygusal boyutunu ön planda tutmuş, ki zaten bizi heyecanlandıran da bu kısım. Aktivist olarak Brando, oyuncu olarak Brando, baba olarak Brando, oğul olarak Brando, star olarak Brando derken aslında toplamda insan olarak Brando’yu görüyor ve duyuyoruz. Ses kayıtlarının ötesinde, filmlerinden kısa parçalar, televizyon ekranlarında yayınlanmış söyleşilerinden bölümler, onun hakkında başkalarının yaptığı yorumlar ve gazete kupürleri, TV haberleri gibi parçalar da kullanılmış filmde ama yeni yapılmış bir röportaj, sırf bu film için kurulmuş bir kamera falan yok. Dijital Marlon performansı bir istisna belki ama o da filmin biricikliğine büyük bir katkı sağlıyor doğrusu. Bir yandan Brando’nun oyunculuk hakkındaki fikirlerini öğrenirken (“Oyunculuk geçinmek için yalan söylemektir”), diğer yandan babasıyla yaşadıkları son derece sorunlu ilişkiyi anlıyoruz. Bir yandan kendisiyle söyleşi yapmaya gelen TV sunucularını nasıl tavladığına tanık olurken, diğer yandan her şeyden kaçıp nasıl Tahiti’ye sığındığını izliyoruz. Riley, son tahlilde, ele aldığı konuyu, Brando’yu seven ama onu bir kaideye yerleştirmektense tutup aramıza indirmeye çalışan bir film kotarmış. Tabii Marlon Brando ne kadar aramıza inebilirse.