‘Suad, "Nasıl, bir kadını sabır ve tahammülü için mi seversiniz?" diyordu.’ Nurinisa Eroğlu, Türkçe Edebiyatı klasiklerinden Mehmed Rauf’un Eylül’ünü anlatıyor.
Kadının adı: Suad. Kocasının: Süreyya. Hafif meşrep görümce: Hacer. Hacer’in kocası: Fatin Ve.. Bir nevi ‘tutunamayan’ ve ‘aylak adam’ şeklindeki kişi ise: Necib.
İstanbul’da, büyük ailenin çorak bağ evinde, Suad ve Süreyya sıkıntıdan ölecek haldeler. Önleri, yaz. Bu defa mevsimi orada değil, Boğaz’da geçirmek istiyorlar. Özellikle de; Süreyya.. Lakin: para yok!
Suad, kocasını çok seven ve onun büyük sıkıntısına üzülen.. kadın, kararını veriyor ve babasından sezonluk kirayı alınca.. rüya gerçekleşiyor. İçinde bir piyanosu bile olan küçük güzel yalı tutuluyor. Biraz masraf, emek derken.. Baharı Boğaz’da karşılıyorlar.
Ve bakmayın birbirlerini çok sevdiklerine aslında sıkılmaktalar da biraz.
E, o zaman: Beyoğlu’nun bohem hayatının abonesi Necib’i bırakmamaları lazım. Necib: Evlilikten ve özellikle de kadınlardan nefret eden biri. Aldatılmış, güveni istismar edilmiş. Öfke ve hayal kırıklığı içersinde ve bu yüzden aşka hiç yüz vermiyor. Bununla da öğünüyor.
Lakin, ne demişler? Büyük lokma yut. Büyük laf söyleme.
Nitekim: Suad’ın hanım ve efendi, zarif ve suskun ve edepli haline.. yavaş yavaş tutulan o oluyor. Önceleri adını koymakta zorlansa da bir süre sonra teslim olmak durumunda kalıyor, hazırlıksız yakalandığı aşka.
Şimdi sıra Suad’da. Artık yaz geldi ve üçü hep birlikteler. Yemekler, piyanoda sonatlar, sandal gezintileri, öğle uykuları, akşam sefaları.. derken Necib’in utangaç ve ısrarlı sevdası ona da geçiyor.
Ancak elbette; duygu fırtınası onu iki kere daha üzmekte. Zira, bu duruma Necib kadar hazırlıksız olmasının yanı sıra: evli ve en önemlisi: Görümcesi Hacer hanım gibi ‘rahat’ ve çapkın değil! Bir nevi tabiatına saldırı gibi bu romantik ve imkansız vaziyet.
Lakin.. Ne çare? Çok istese bile, kim koruyabilmiş kendisini aşktan?
Burada da olan o işte.
Suad ve Necib: Her sabah ve her akşam nefis muhasebesinde. Dahası: On dakika önce; evet. Yarım saat sonra: şiddetle hayır. Pişmanlıklar. Tövbeler. Uzaklara dalan gözler. ‘Bir daha asla’lar.. Günah, ayıp, yasak, doğru değil.. defterinin giderek kabaran sayfaları. Utanç ve gözyaşı. Kıskançlığın büyük girdabı. Kuyunun dibinde şaşkın ve gözlerini birbirinden kaçıran iki insan.
Ve: Hepsinin üstünde, hiçbir şey olmuyormuş gibi.. küstahça saldıran; aşk.
Sihirli bir melodi o. Yanısıra; akşamüstü esintisinde perdeleri uçuşturuyor. Sabah gözler açılır açılmaz, hatır soruyor. Öğlen, dil çıkarıp, şımarıyor. Boğaz küçük küçük çırpınırken.. tahakküm etmekte aşıklara.. insafsızca. Kaldı ki bilmez miyiz; kendi yasasını dayatmakta, ondan mahir ne var şu hayatta?
Sonuç: Bütün bir yaz böyle geçecek.
Ta ki.. Eylül gelene kadar.
Mehmed Rauf’un Eylül’ü, Türkçe Edebiyatın klasiklerinden. Bu yazı vesilesiyle bir kez daha okuduğumda bir Türk filmi izledim esasında. Rauf, siyah- beyaz görüntülerden alışık olduğumuz duyarlığı sayfalarca, bıkıp usanmadan anlatıyor.
En başta: Sürekli bir yanlış anlama hali.
Sonrası: Büyük imkansızlık.
Dahası: Kalplere kapatılan, kapatıldıkça hacmi artan ve devasa haline tezat şekilde.. kahramanlarımızın küçük, naif tavırlarıyla süren, aşk.
Bir bakış, bir gülüş, bir gölge, ayak sesi, ufacık hatırlamalar, tebessüm ve haliyle: irili ufaklı.. kaprisler..
‘Tene geçmesi’ akla zaten gelmeyen ama diyelim ki ‘şeytana uyuldu’ ve geldi. Daha o anda hemen kovulan ve bu kulvardaki en cesur şekli, ‘ansızın’ muhatabın gözlerine konmuş utangaç bir ‘buse’den ibaret olan… aşk.
Mehmed Rauf’un 1900 tarihli romanını bugün okumak.. Nasıl desem?.. Sarsıyor ve düşündürüyor insanı.
Aşkların; ‘nbr. slm. arkadaşlık edlm mi?’ diye başladığı, altı aylık ilişkiye yıllar sürmüş evlilik muamelesi yapıldığı, ‘mastürbasyon aparatım her daim başucumdadır’ beyanatlarının uluorta verildiği, ‘senden çok var!’ şiarının anayasa olduğu ve malum öteki şeylerin tedavülde gezindiği bir dönemde böyle bir romanı okumak. Zor. Ve ötesi!
Hayır, ne münasebet ahlakçılık anlamında değil. Yanısıra; Boğaziçi’ndeki yalının ‘kapalı’ havası bir klostrofobi de oluşturuyor ve özgürlükler başka pek çok alanda olduğu gibi burada da zor kazanıldı.
Lakin şu da var: Aşk, biraz da utanırken güzel. Kalbe imzasını atınca, değerli. Ve.. Sabır yakıcı ve zor olan ama aynı zamanda, insanı nasıl da yükseltiyor!
Ayrıca.. Saçın süpürge edilmesi ile.. Takıp sepeti yola koyuluvermek.. arasında bir altın oran yok mu? Aşk, estet yaklaşımı en fazla hak eden değil mi?
Yaşadığımız letafete cevabımız; biraz daha dikkat, az daha zarif bir dil, mahremin korunması, aşkına düşülmüş muhataba kral-içe tahtı… olmamalı mı?
Ve tekraren: Mektupların ucu yakılmasın, tamam. Ayrıca.. Zamanın ruhu diye bir şey de var ama.. onun tüketen zalimliğinden bizi ve kalplerimizi koruyacak olan yine kendimiz değil miyiz?
Aşk, bu zarafeti, bu emeği hak etmiyor mu?
NOTLAR
1. Eylül’ü okurken Boğaziçi’nin muhteşem dekoru her zaman olduğu gibi büyülüyor insanı. Melling’in gravürleri geliyor akla. Ahşap yalılar, sandallar, büyük ve çok yaşamış su ve en önemlisi: Sessizlik.
2. Eylül, senfonik müziğin kanadında yükselen bir metin. Suad’ın amatör icracılığı Necib’in ona Beyoğlu’ndan getirdiği notalarla gittikçe genişliyor. Aşk da yardım edince klasikler neredeyse her sayfada çoğalarak kulağımızda.
3. Eylül aynı zamanda edebiyattaki yüz küsur yıllık hikayemizi de özetleyen bir roman. Ne çok şey değişmiş bu kulvarda? Edebiyatın lirik maratoncuları nasıl çalışmış, neler başarmış?.. Bunları görmek ayrıca ve başlı başına bir zevk.
4. Son not romandan gelsin: ‘Buna sonbahar demişler!.. Bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra Eylülden daha ne beklenir? Malum ya, Eylül hüzün ve yas ayıdır.’
Ek olarak, Suad’ın repertuarından şu eser: