Burak Kaplan, 9 Ağustos’ta vizyona girecek Evdeki Yabancılar adlı filmin yönetmenleri Ulaş Güneş Kacargil ve Dilek Keser ile Sanatatak okurları için görüştü.
Geçtiğimiz nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı gösterimi yapılan, Ankara Film Festivali’nden ise ödüller ile dönen Evdeki Yabancılar, 9 Ağustos’ta vizyona giriyor! Vizyon macerası başlamadan önce Burak Kaplan, filmin yönetmenleri Ulaş Güneş Kacargil ve Dilek Keser ile Sanatatak okurları için görüştü. Yönetmenler, mübadele ile ilgili bir film yapma sürecini, nasıl bir sinemanın peşinde olduklarını, Türk Sineması’nın bugünkü durumunu ve daha pek çok konuda merak ettiklerimizi anlattılar.
Burak Kaplan: Mübadele olayları ve bu olayların yıllar sonra bile devam eden etkileri ile ilgili bir film yapma fikri nasıl oluştu?
Ulaş Güneş Kacargil: Bizim tek niyetimiz; özellikle ilk projemiz için ortaya bizden bir şey çıkarmaktı. Ben İzmirli olduğum için direkt kalktım İzmir’e gittim. Böyle başladı her şey; fakat Evdeki Yabancılar’da her ne kadar mübadele teması ön plana çıkmış gibi dursa da aslında ilk çıkış noktamız kasabaydı. Asıl amaç ortaya bir kasaba hikâyesi çıkarmaktı. İşte bu arayış içinde doğduğum yerlerde dolaşırken baktım ki bir de böyle bir mübadele gerçeği var oralarda. Bunun üzerine ben de kasaba unsurunu zemin olarak kullanıp, hikâyeyi mübadele de aramaya karar verdim.
BK: Peki, ailenizin geçmişinde bir mübadele hikâyesi var mı? Bu film sizin için ne kadar kişisel?
UGK: Benim geçmişimde yok; ama Dilek’in her ne kadar bir Rum mübadili olmasa da bir göçmenlik durumu var.
Dilek Keser: Evet, benim ailemde böyle bir göç durumu var. 1950’lilerde Yugoslavya’dan göçmüşler. Bu durum, ben sorular sormaya başlayana kadar da hiç konuşulmayan bir mevzu olarak kalmış aile içinde. Annemler konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu mesela. Ben, biraz da ilk torun olmanın tadını çıkararak hep didikledim bu mevzuyu. Nasıl ayrıldınız? Nasıl geldiniz? Yolculukta neler oldu? Sorular sorup durdum hep. Sonra bir gün Güneş de böyle bir konu ile gelince, göç teması bir ilk film fikri için çok doğru geldi bana. Kolaylıkla sorular sorabildiğim, ana karakterimizin travmasını özümseyebildiğim bir konuydu bu. Bu yüzden ister istemez bir içsellik kurdum ben kendi adıma.
BK: Genel hatlarıyla Ulaş ve Dilek nasıl bir sinemanın peşinde? Evdeki Yabancılar, içerik ve biçim olarak yapmak istediğiniz sinemaya uygun bir örnek sayılabilir mi?
DK: Yapmak istediğimiz sinemayı kategorize etmek istemiyorum. Zaten, genel olarak kategorize edilme fikrine karşıyım. Bence Evdeki Yabancılar yapmak istediğimiz sinemaya uygun bir örnek. İleride içerik olarak benzer anlatımlarda bulunabiliriz ama biçimsel olarak yeni anlatım yollarını denemek isterim tabi.
UGK: Benim için biçim ve tür [genre] olarak ileriye yönelik konuşmak çok zor ama net olarak şunu söyleyebilirim, samimi bir dilin peşindeyiz. Bundan sonra sadece Evdeki Yabancılar gibi filmler yapacağız, dersem fazla kesin konuşmuş olurum. İnsan düşünür, devinir, değişir. Aksi durumda yerinde sayar, hep aynı filmi ortaya koymaya başlarsın. Ha, elbette anlatı dilinde bir imza, bir alametifarika olmalı. Bu da bizim için samimiyet olacaktır, diye düşünüyorum.
BK: Türkiye’de genç yönetmenlerin genellikle politik bir sinemanın peşinde koşmalarının ve hikâyelerini bu politik söylemlere göre oluşturmalarının sebebi nedir sizce?
UGK: Çünkü filmlerinde iyisiyle kötüsüyle politik söylemler olunca entelektüel çevrede kabul göreceklerini düşünüyorlar ne yazık ki. Sözgelimi bir aşk filmi yapınca gişe filmi kategorisine sokuluvereceklerini düşünüyorlar. Ama yine ne yazık ki, bunun örneklerini gördük çeşitli festivallerde. Yabancı filmlerde kabul gören konular, Türk filmlerinde, özellikle de ilk filmlerde yapılınca eleştiriliyor. Şunu özümsemek gerekiyor; politik film yapma sinemacı arkadaşım, iyi film yap. O iyi filminde de politik duruşunu göster. İyi film her halükarda kabul görür, şimdi değilse sonra… İyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir.
DK: Benim görüşüm biraz daha farklı. Ben, bunun en temel sebebinin yaşadığımız coğrafya olduğunu düşünüyorum. Bu toplumu gözlemleyerek ve bu sıkıntıları yaşayarak büyüyen bir neslin hikâye anlatımında da sıradan öykülerin peşine düşememesi bence doğal. Sıradan gibi görünen hikâyelerimizin arkasında bile tarihi, psikolojik veya kültürel birçok alt metin saklı. Yaşadığımız toplumsal baskılar yaratıcılığımızı besliyor ve beslendiğimiz sıkıntıları sinemaya aktarıyoruz. Bence sebebi bu.
BK: Filme geri dönelim. Evdeki Yabancılar’da eski bir ev üzerinden anlatılan bir mülkiyet meselesi var. Fakat burada, seyirciler olarak biz ne evin sahibi Yaşar’a ne de sonradan çıkıp gelen Agapi’ye tam anlamıyla yaklaşabiliyoruz. Bu mesafeli tavrı oluşturmanızın sebebi nedir?
UGK: Bu, bizim için bir haklıyı haksızı arama davası değildi çünkü! Dolayısıyla, eğer seyirci de filmi izlerken senin bahsettiğin bu mesafeyi hissederse bu bizim için bir başarıdır.
DK: Aynen öyle. Bu mesafeli tavır bizim mübadeleye bakışımızı yansıtıyor aslında. Türk tarafına da Rum tarafına da eşit uzaklıktan bir şey anlatmak istiyoruz biz. Elbette ki seyirci, kendi yaşanmışlıkları doğrultusunda kendini Agapi’ye ya da Yaşar’a yakın hissedebilir. Bu onların yolculuğu; fakat, bizim tercihimiz dışarıdan bir göz olarak durumu, yaşananları özetlemekti.
UGK: Aslında en başından beri söylediğimiz gibi biz burada devletleri, sistemleri eleştiriyoruz. Yani filler tepişirken çimenler eziliyor, diyoruz. Öyle ki burada büyükler karar veriyor; bundan milyonlarca kişi ölerek, tecavüze uğrayarak, yaralanarak, evlerinden edilerek zarar görüyor. Bizim eleştirimiz de burada başlıyor işte.
BK: Peki, bu sistem eleştirisi içerisinde niye zamana ya da mekana özellikle bir vurgu yok? Zaman vermiyorsunuz, mekân vermiyorsunuz, bahsettiğiniz olayın altını çizmiyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih mi?
DK: Evet öyle. En başından beri bir tarih matematiği yaptığımızda hikâyemizin 90’larda geçeceğini biliyorduk zaten. Mübadelenin tarihi ve Agapi’nin yaş hesabını yaptığınızda 90’lı yıllara ulaşıyorsunuz. Fakat bu kadar evrensel ve genel bir hikâye anlatmaya çalışırken, bu zaman-mekan belirsizliği en baştan düşünüp tasarladığımız bir unsurdu bizim için. Bizim hikâyemiz Karaburun’da, Ege’de geçiyor; ama göç birçok yere oldu. Karadeniz’e de oldu, İç Anadolu’ya da oldu. Biz de bunun için bir şeylerin ucunu açık bıraktık. Buna benzer bir hikâye her yerde yaşanabilir, dedik.
UGK: Bu tercihimizi şöyle de açıklayabiliriz aslında; göç eskiden vardı, şimdi de var. Bundan sonra da olmaya devam edecek maalesef. Ekonomik, toplumsal ya da siyasi pek çok nedenden ötürü insanlar isteksiz bir biçimde, zorunluluklar uğruna göç etmeye devam ediyorlar hâlâ. Sebepleri değişebilir; ama mutlaka bir göç durumu var ve bu dünyanın her yerinde olmaya da devam edecek. Bu yüzden böyle bir temayı tek mekânda işliyor olmak ve tek bir olayı işaret ediyor olmak bizim için biraz meselenin içini boşaltmak sayılacaktı.
BK: Filmin mekânına, Karaburun’a nasıl karar verdiniz peki?
DK: Aslında, İzmir ve çevresindeki neredeyse bütün kasabaları gezdik. Bu noktada iki önemli unsur vardı bizim için: Biri filmimizde yer alan o eski Rum evini bulmak; diğeri de belediye desteği sağlayabileceğimiz bir kasaba bulabilmekti. Karaburun’da her ikisini de bulduk. İlginç bir yer orası. Çok dokunulmamış, değişmemiş. Bozulmamış kısaca. Umarım bundan sonra da bozulmaz. Belediyenin ve halkın desteği de çok yardımcı oldu tabi bizim filmi hayata geçirmemize. Belediye başkanından tutun da esnafa, komşu teyzelere kadar herkes çok destek oldu bu film hayata geçsin diye.
UGK: Entelektüel seviyesi çok yüksek bir yer orası. Haliyle sanatı anlayan, bizim ortaya çıkarmak istediğimiz işi, kaygılarımızı özümseyebilen insanları var Karaburun’un. Biraz itiraf gibi olacak ama bu insanlar bize “Diziciler gelse istemezdik onları.” bile dedi. Neyin ne olduğuyla ilgili bilinçliler ve bu bilinç bize çekimler sırasında çok yardımcı oldu. Biraz da bu yüzden tercih ettik Karaburun’u.
BK: İlk uzun metrajını çeken yönetmenler olarak karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?
DK: Sete giden yolda her aşama oldukça zordu. Benim için set işin kolay kısmıydı yani. Genelde ilk projelerde çektiğiniz filmin yapımcısı da olmak durumunda kalıyorsunuz; bu size ek görevler yüklüyor. Bu aslında benim en baştan beri tercih etmek istemediğim bir seçenekti. Çünkü yönetmenliğin yanına bir de yapımcılığı koyduğunuzda takip etmeniz gereken çok fazla şey oluyor. Bizim filmimiz bir ortak yapım oldu ve iyi bir yapımcı ile çalışma şansı yakaladık. Şansımız bu oldu. Özkan (Yılmaz) işimizi çok kolaylaştırdı. Yine de bugün dönüp baktığımda şunu söyleyebilirim: Beni en çok zorlayan şey çoğunlukla geniş zamanlarla belirsizlik içinde çalışmış olmamızdır. Birçok belirsizlik yüzünden finansmanıyla, yapımıyla, setiyle 4 seneye yayılan bir iş çıktı ortaya. Böyle projelerde her şey istediğiniz zaman olmuyor ve beklemek durumunda kalıyorsunuz. Oysa bugün her şey hazır olsa altı ayda bitirebilirdik böyle bir işi.
UGK: Katılıyorum kesinlikle; ancak şöyle bir durum da var: Bu uzun zamana yayılma durumu işimize de yaradı bir yandan. “Paramız var, hadi çekiyoruz” denilse, hazırlık aşamasına bu kadar çok vakit ayıramazdık belki. Aceleci davranabilirdik. Yapımla ilgili aksilikler yüzünden beklemek zorunda kaldığımız için vakit de kazandık yani. Senaryoyu oturduk en baştan beş kez yazdık mesela. Bu sayede sete çıkarken elimizde senaryonun en iyi versiyonu vardı. Kısaca, bu uzayan süreç hem bir avantaj hem de bir dezavantajdı bizim için. Nereden baktığınıza ilgili biraz bu.
BK: Festivaller ve ödüller konusuna gelelim. Filminiz gerek ulusal gerek uluslararası pek çok festivalde gösterildi. Ankara Film Festivali’nden de ödüllerle döndünüz. Tüm bu süreç, ödül almak size ne ifade ediyor?
DK: Türkiye için iyi bir festival serüveni yaşadı Evdeki Yabancılar. Antalya ile başladık, Ankara, Eskişehir ve İstanbul ile devam ettik. Ankara Film Festivali’nin bizim için özel bir yeri var tabi. Çok iyi vakit geçirdik, çok eğlendik orada. Ödül almamız da ayrıca keyiflendirdi bizi. Uluslararası festivaller ile henüz yeni yeni tanışıyoruz. Şu ana kadar Hindistan’da iki festivale katıldık. Mumbai ve Yeni Delhi Film Festivallerine gitti filmimiz. Şimdi de Varna Film Festivali’ne katılıyoruz. Süreç devam ediyor yani! Festivaller ile ilgili olarak büyük bir deneyim sahibiyim, diyemem; ama yapı olarak Türkiye’deki festivallerin bir değişim geçirdiğini düşünüyorum ben. Altın Koza, Altın Portakal… Hepsinde bir yapı değişikliği var. Sanat filmi izlemek isteyen festivalde görür algısı da bozulmaya başladı; çünkü artık arthouse sinemanın içinde bile bir popülizm var maalesef. Ortada çok fazla arthouse film var ama bunlardan sadece üç dört tanesi genel kitleye ulaşabiliyor; diğerleri kaybolup gidiyor. Çok emek var, çok film var; ama ön plana çıkan çok az film var.
BK: Burada hemen sorayım o zaman: Bugün, gişe filmi ve sanat filmi ayrımı denilen bir gerçek var ortada. Böyle bir ayrım yapılabilir mi sizce?
DK: Böyle bir gerçek var, evet. Sistem yapıyor bunu ama! Sizi bir tarafa itiyor. Sınıflandırmak istiyor. Ben, genel olarak böyle bir ayrıma karşıyım. Bu yüzden Evdeki Yabancılar’ı bizim filmimiz gişe filmidir ya da arthouse filmdir diye etiketlemek istemiyorum; fakat şunu da biliyorum: Amaç izleyici kazanmak ise ikisinin ortasında bir yerde kalıyor olmak daha da acı bir durum. İki tarafında izleyicisi var; ama ortadakilerin izleyicisi yok gibi bir kutuplaşma yaratılmış bir şekilde. Burada ciddi bir yanlış var. Bir film hem sanatsal kaygılar taşıyıp hem de eğlenceli olabilir. Niye olmasın?
UGK: Ben, ezelden beri kategorilere karşıyım bu gibi konularda. İyi film vardır, kötü film vardır. Böyle bakmak lazım; çünkü bugün seyirci, klasik anlamda üretilmiş “sanat filmlerini” de sevmeyebiliyor, eleştiriyor. Onların hepsi iyidir, bunların hepsi kötüdür, diye ayırmıyor bu filmleri izleyici. İyi filmi arıyor; kötü filme de kötü diyor. O yüzden bu arthouse olmuş, gişe olmuş fark etmez. Ben, illa bir ayrım yapılacaksa, buna iyi film, kötü film olarak bakmak istiyorum.
BK: Peki, Evdeki Yabancılar’ı nasıl tanımlarsınız tüm bu ayrım karmaşası içinde?
DK: Evdeki Yabancılar, anlatım tarzı ve yapısal olarak tabi ki arthouse sinema estetiğine daha yakın; fakat, seyircinin “sanat filmi” algısı çerçevesinde konuşursak kesinlikle yavaş bir film de değil. Bunu söylemek bizi biraz üzüyor tabi; ama bazı festivalleri gezerken şöyle yorumlar aldık izleyenlerden: “Filminizi çok beğendik, sıkıcı sanat filmlerine benzemiyor hiç.” Böyle bir ayrım ne zaman nasıl oluştu bilmiyoruz; ama üretilmiş bir eser ya da ürün için böyle kesin çizgiler çizmek doğru bir yaklaşım değil. Evdeki Yabancılar da biraz bu tartışmanın dışında kalsın istiyoruz biz.
BK: Evdeki Yabancılar’ın seyircide nasıl bir etki bırakmasını istersiniz? Seyirci film bittiğinde ne düşünürse mutlu olursunuz?
UGK: Bizim bu filmi üretirken hiçbir zaman “Bu film çok ağlatacak”, “Bu film çok güldürecek” gibi dertlerimiz olmadı. Bu film hayat gibi işte! Birçok hissi bir arada yaşıyorsun izlerken. Temelde de seyirci açısından baktığımda şu mutlu eder beni: Seyirci, film bittiğinde, jenerik akmaya devam ederken hemen o koltuktan kalkamıyorsa ve biraz olsun izlediklerinin muhasebesini yapıyorsa bizim filmimiz amacına ulaşmış demektir.
Evdeki Yabancılar, 9 Ağustos Cuma günü, on iki kopyayla vizyonda!