A password will be e-mailed to you.

Erinç Seymen’in ‘Kīpuka’ başlıklı sergisi 18 Mayıs’ta Zilberman’da kapılarını açtı. Sergi felaket kavramını ele alırken yol açtığı ikilikleri, felaketin zamansallığını ve bir felaketin ‘felaket’ olarak nasıl ve kimin/kimlerin kararıyla isimlendirilebileceğini tartışmaya açıyor. Seymen ‘felaket’i, ‘hayat boyu bize eşlik eden bir yol arkadaşı ve gölge’ olarak tarifliyor. Felaketin dilde ve anlatımda yol açtığı hasarları, bozulmaları, dilsel bütünlük kaybını hesaba katan bir görselliği aramayı dert ediniyor kendisine ‘Kīpuka’. Yakacak olmak üzere parçalanmış bir piyanonun parçalarıyla, volkanik bir patlamanın ortasında huzurla uyuyan ve felakete dair bir imge olmaya direnen bir çocuk imgesiyle, o imgenin üzerinde bulunduğu tabaktaki kırık detaya takılışımız, kaybolan odaklar, estetik tüketimin cazibesi, tam bu detaylarla ilgilenirken kendimizi büyük siyah bir yastığa gömülü halde buluşumuzla… Derin bir uykuda imgelerle boğuşmalarımızı da hatırlatarak…

Kīpuka’nın bir metafor olarak taşıdığı potansiyel iyi hissettiriyor. Felaketlerin içinde hayatta kalmak, tutunmak, kaosun içinde oluşan bir kara parçası olmak gibi sekmelerle beraber. Seymen’in ‘karanlık bir sergi yapma’ isteğini ilk olarak törpüleyen bu bana kalırsa: başlangıç hissini en başından izleyiciye veriyor oluşu. Ve izleyiciyi Plan C isimli işiyle uğurlarken, ‘en kötüsüne karşı dahi direnmenin bir yolunu bulabiliriz’ demesi. Erinç Seymen’le Kīpuka’yı ve Kīpuka’nın bizde bıraktıklarını konuşmak istedik.

Erinç Seymen
Tantalus’un Kolları, 2022
Kağıt üzerine mürekkepli kalem ve kuru boya kalemi, müze camı

Can Memiş: Serginin ismi Kīpuka… ‘Hawaii dilinde kaos ve felaketin ortasında hayatta kalan ve korunan, magma akıntılarının arasında oluşan kara parçası’ olarak tarif ediliyor sergi metninde. Oysa felaket sadece yıkıcı bir deneyim olarak ele alınır. Kīpuka ise, felaketin içinde hayatta kalmaya, yıkımın orta yerindeki bir kara parçasına işaret ediyor.  Öncelikle Kīpuka’yı nasıl tasarladın?

Erinç Seymen: Kīpuka’yı hem bir coğrafi terim olarak hem de bir tür yok-yer olarak ele alabiliriz. İkinci milenyuma yaklaşırken, dünyanın geleceğine dair en sert endişeleri uyandıran ve en ikonikleşmiş fotoğraflardan biri küçük buzul parçasında mahsur kalmış kutup ayısıydı. O fotoğraf çekildikten sonra iklim krizi daha da şiddetli semptomlarla geleceğini bize bildirmeye başladı, bugün doğrudan etkilerini yaşar olduk. Dolayısıyla bence artık insanların önemli bir kısmı -nerede yaşadıklarından bağımsız olarak- bir mahsur kalmışlık hissi duyuyorlar. İklim krizi büyük bir alarm… Dünyanın her yerinde eşit şiddette duyuluyor. Nitekim şu an dünyanın en etkili iklim aktivistlerinden biri İsveçli, krizden en son etkilenecek topraklardan birinde yaşayan genç bir kadın. Bugün dünyanın tamamı bir Kīpuka gibi. Bu terimi varoluşsal bir adacık olarak ele aldığımızda ise şu sonuca varabiliriz: biz ne kadar akılcı, tedbirli, garantili hayatlar kurarsak kuralım kendimizi, karşımıza çıkabilecek yıkıcı güçlere karşı ne kadar güvenli bir bölgeye çekersek çekelim kaçamayacağımız şeyler var. Felaket ilk nefesimizden son nefesimize kadar bize eşlik eden yol arkadaşımız, bizim gölgemiz adeta. Ne yaparsak yapalım, bedenimize, zihnimize, sevdiklerimize, birikimlerimize zarar gelebilir. Bir günde insan her şeyini yitirebilir. O yüzden bir zihinsel Kīpuka’ya da ihtiyacımız var, coğrafi Kīpuka’nın dışında. Gidişat ne olursa olsun, bir sonraki ânı ön göremeyeceğimiz ve hayatın bizim karşımıza çıkaracağı deneyimleri seçemeyeceğimizin bilgisine rağmen biraz da olsa güvende hissetmemiz gerekiyor.

‘Ağ Halinde Kīpuka’lar Dayanışmacı Toplumun Olası Tarifi’

C.M.: Serginin kavramsal çerçevesini hazırlarken hangi güzergahlara uğradın?

E.S.: Sergi üzerine çalışırken ve biriktirirken yararlandığım kaynakların en önemlisi Anne Dufourmantelle’in Riske Övgü isimli kitabı olabilir. Dofourmantelle, özetle, risksiz bir hayatı menteşelerin çıkmasına benzetiyor. Riskin, hayatın sınırlarını, anlamını, deneyimini, hakikatini doğrulayan bir unsur olduğunu söylüyor. Ben de hayatının ortasını görmüş biri olarak, risk üzerine çok düşünürken buldum kendimi, ‘Sağlığıma bir şey olur mu?’ veya ‘Nasıl yaşlanacağım?’ gibi sorularla debelenirken… Bilip unuttuğum, hatırlamak zorunda olduğum ve yeniden okuyup öğrendiğim hakikat: kendini en güvende hissedenimiz, ‘benim kılıma dokunamazlar’ diyenimiz bir günde tüm ayrıcalıklarını yitirebiliyor, hayatını prekarya olarak geçirmiş biri bir anda kendini zirvede bulabiliyor. Çok az şey kontrolümüz altında, öte yandan toplumsal dayanışmaya tam da bu yüzden ihtiyacımız var. İklim krizi, -tıpkı COVID salgını gibi- bireysel veya ulusal ölçeklerde dayanışmayla bile hiçbir şekilde çözülemez. Bir yandan küresel toplumun ortak iş birliği ile üstesinden gelebileceği ne kadar çok kriz ve hasarın var olduğunu ve bunları görmezden geldiğimizi anımsatıyor. İnsanın felaketi bilmesi ve unutması gerekiyor ama o unutmanın dozu önemli. Sürekli vesvese ve anksiyete ile yaşanmaz ama hesaplanabilir kazaların, felaketlerin kadere havale edilmesi de cetvelin öbür ucu ve o da bir o kadar yıkıcı… Savaşların durdurulabilir ama yoksulluğun ortadan kaldırılamaz bir fenomen olarak görüldüğü bir dünyada yaşamaktan yaka silkmiş biriyim. Kīpuka’lara ihtiyacımız var ama  Kīpuka’larımızın bir ağa dönüşmesi gerekiyor. Ağ halinde Kīpuka’lar anlamlı ve dayanışmacı toplumun olası tariflerinden biri olabilir.

‘Derin Uykudan Önce Elimize Aldığımız Son Sakinleştirici’

Erinç Seymen, Kīpuka, 2024
Kağıt üzerine mürekkepli kalem ve kuru boya kalemi, üç boyutlu model çerçeve, müze cam

C.M.: Sergiye de ismini veren Kīpuka isimli işinde gördüğümüz çocuk imgesi üzerine de düşünmek isterim. Senin alegorik anlatımlarından bir aşinalık besliyoruz bu imgeye karşı. Bir volkanik patlamanın orta yerinde uyuyan bir çocuk… Çocuğun huzurlu yatışı ve sakinliği felaket anının tam aksini çağrıştırıyor. Sanki bu imge, felakete ait olmaya karşı direniyor, ona itiraz ediyor. Simgeleştirilmeye ve imge olmaya direnen bir imge olduğunu düşünüyorum.

E.S.: Bu çok sıkı bir okuma. Tabaktaki kırık detayını da analitik bakımdan iyi ele alan bir yaklaşım oldu seninki. Benim zaten o imgeyi bir tabağın üzerine işlememin temel sebebi o kırığı oraya koymaktı. İçine yerleştiği şey de heybetli. İzleyicinin ilk önce bu imgeyi görüp bunun bir tabak üzerine işlendiğini atladıktan sonra, ‘köşesinde bir kırık mı var’ diye yaklaşacağı ve o karanlık yastığa başını koyacağı ânı gözümde canlandırdım. Biz uyanıkken uyarılara kulak tıkayabiliyoruz. Muhtemel felaketleri, kazaları görmezden gelebiliyoruz. Uyanıkken onları boş verebiliyoruz ama görüş alanımızdan çıkardığımız bütün o kuruntular, mecburi hesaplar uykumuzda bizi yakalayabiliyor çünkü rüyamızda neyi göreceğimizi seçemiyoruz. Orada artık zihin iradeden bağımsız karar veriyor, bize biriktirdiklerini aktarıyor. Bu bazen rahatlatıcı bir rüya olarak ortaya çıkarken kimi zaman bir kâbus olarak ortaya çıkıyor. Biz müzelerde insanların büyük yıkımları nasıl atlattığına veya atlatamadığına dair can alıcı bilgiler veren koca bir kültürel mirasla karşılaşırız. Müzeler; savaşları, salgın hastalıkları, yoksullukları, insanların kaçabileceği veya daha az hasarla atlatabileceği kitlesel hataları anlatan ibret hikayeleriyle doludur ama biz çoğunlukla bu mirasın estetik yanıyla ilgileniriz. Odağı kaybedip hızla estetik tüketime kayarız. Tam da bu yüzden imgeyi kırık bir tabağa işlemeyi kararlaştırdım. İlk önce volkanik patlamaya rağmen uyanmayan çocuğa dikkatini verecek izleyici ama bir sonraki adımda yine o kırığa takılacak, ‘niye orayı kırık bırakmış’ diye düşünecek ya da ‘bu tabak niye hasar aldı’ sorusu üzerinde duracak. Bu davranış, başımızı yastığa koyduğumuz ve boğuşacağımız imgeleri seçemediğimiz derin uykudan önce elimize aldığımız son sakinleştirici gibi.

‘Çok Hızlı Refleks Vererek Sanat Üreten Biri Değilim’

C.M.: Mark Nichanian, felaketin dildeki her tür gösterimi imkânsız kılarak söz bütünlüğünü bozduğunu söyler. Felakete tanıklık etmek imkânsız bir deneyimdir, dolayısıyla ancak felakete tanıklık etmenin imkansızlığına tanıklık edilir. Felaketin yönetimini ele aldığın işlerinde senin anlatabilmenin imkânsızlığına yakınlaştığın oldu mu?

E.S.: Bir yapıt karşısında dona kalmak veya onu izah etmekte zorlanmakla felaketi aktarmaya çalışmak arasında bir kan bağı olduğunu düşünüyorum. Sanat tam da dilin tükendiği, işe yaramaz hale geldiği, un ufak olduğu anlarda imdadımıza yetişebiliyor. Felaketi belgelemek ve felaketin hafızasını tutabilmek için… Ben de Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket’inden çok etkilendim. Ama işte bu yüzden sanırım insan hem resim yapmaya hem müzik bestelemeye hem romanlar yazmaya ihtiyaç duymuş. Belli ki sözel dil bize yetmiyor, görsel dil de işitsel dil de yetmiyor. Bunların hepsini bir araya topladığımızda çağının tanıklığı veya felaketin öznesi olmak gibi bir şeyden bahsedebiliyoruz. Ben sanat üretmeyi on kez düşünüp bir kez konuşmaya benzetmişimdir. En azından kendi üretme biçimimi… Çünkü ben çok hızlı refleks vererek sanat üreten biri değilim. Bugünün gündemine çoğunlukla aylar veya yıllar sonra yanıtımı vermeye çalışıyorum. Bunu politik eylemlilik bakımından söylemiyorum. Politik açıdan aktif olduğum bir dönem vardı, şimdi artık öyle bir Türkiye’de yaşamıyorum. Ben de çok daha sessizim. Ama politik açıdan en aktif olduğum, sokak eylemlerinde kendimi bulduğum dönemde dahi sıcak gündeme derhal refakat etmek üzere bir şey üretmeyi aklımdan geçirmedim. Hiç öyle çalışmadım. Sanat benim için uzun süre bekledikten sonra sağ çıkmış fikirlerin, cevapların ve soruların disiplini… Altında ezildiğimiz dehşet karşısında söz alamamaya, bir türlü lafa girememeye, kekelemeye veya inlemelerimize benzeyen bir yanı var sanat yapmanın. Ama bu, akılsız bir şey olduğu anlamına da gelmiyor, tabii ki bir imge kurmak mühendisçe bir uğraş. Malzemesi kelimeler olmadığı için veya hep tekrar tercümeye ihtiyaç duyduğu için inlemelere, kekelemelere, sürçmelere veya lafa girememelere benziyor. Öğretmekten ziyade izleyip tanık olmaya ve kayıt tutmaya yakın.

‘Safsatalarla Çevriliyiz’

Kīpuka sergisinden yerleştirme görüntüsü. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz. Zilberman İstanbul’un izniyle.

C.M.: Tanrılar ve Felaketler serinde ise bu kez canavarları görüyoruz. Burada Gramsci’nin tarif ettiği; -eski dünyanın öldüğü ama yeninin de henüz doğamadığı- canavarlar zamanındayız belki de.

E.S.: Güç sahibi insan grotesk olmaktan kaçamıyor bence. Gargantua yüzyıllar önce yazılmış ve bir bebeğin dünyaya gelişi, sahip olduğu ezici güç sebebiyle o diyarı alt üst edebilmiş. Herhalde çok fazla iktidar sahibi olmanın akla zarar veren bir yanı da var. Bizi derleyip toplayan ve rasyonel yanımızı canlı tutan şey sınır ve denge. Çok büyük iktidar sahibi olan insanların arzularının çarptığı duvarlar olmayınca zihin kapasitesi bundan mutlaka etkileniyor olmalı. Ben 20. Yüzyılı bitirdikten sonra özel bir döneme girdiğimiz kanısındayım. Büyük iktidar sahiplerinin diledikleri safsatayı üretmekten ve bunları etraflarına yaymaktan çekinmediklerini ve bir tür safsata çağına girdiğimizi düşünüyorum. Eskiden iktidar sahipleri yalanlarını bize gerçek diye satmaya çalışırlardı. Düz-dünyacıları ele alalım: saçma ve gerçeğe aykırı olduğunu kanıtlayabildiğimiz halde bu iddiayı bize servis edebiliyorlarsa burada hayatın rasyonel akılla değil de sadece taşkın duygularla, sezgilerle ve inançlarla sürdürülmesi gerektiği yönünde bir nasihat var gibi geliyor bana. Bunca komplo teorisi bizi şüpheci kılabilir. Şüpheyi insan daha fazla kanıt toplamak için de kullanabilir. Şüphecilik çok güçlü bir araştırma ruhu yaratabilecekken, şüphenin hayal gücümüzü salıverdiğimiz bir masal diyarının anahtarına dönüşmesi başımıza gelebilecek en kötü şeylerden biri. İletişim araçlarının bu kadar etkin olduğu bir çağda bir yere bomba düştüğünde ‘hayır, oraya o bomba düşmedi’ gibi bir açıklamayla karşılaştığımda ne yapacağımı bilemiyorum. İletişim araçlarının kısıtlı olduğu çağlar boyunca iktidar mekanizmaları kendilerini savunmayı ve manevralar yapmayı başardılar. Şu an sayısal verilerine ulaşabildiğin, fotoğraflarını görebildiğin, hatta telefonundan canlı canlı tanığı olabildiğin bir vaka için bile ‘hayır, o gerçekleşmedi’ gibi bir beyanla karşılaşabiliyorsun. Dolayısıyla kendi varlığını savunmak zorunda olmayan safsatalarla çevriliyiz. Dünyanın en güçlü insanları ve liderleri artık saçmaladıklarının anlaşılacağı tehlikesinden korkmuyorlar ve bu yüzden safsata üretmekten hiç çekinmiyorlar. Burada özgürlük ile ilgili de yeni bir tanıma ihtiyacımız var. Özgürlüğün tanımı istediğin yalana inanıp onun kötü sonuçlarını desteklemek olmamalı, yalanı yaymayı görev edinmek özgürlük tanımının dışında kalmalı.

‘Sömürgeci Servetin Veliahtı Olmak Büyük Felaket’

Erinç Seymen, MisPrintce, 2023
Kağıt üzerine ofset baskı

C.M.: MissPrint isimli serigrafinden sonra MisPrintCe ile bu serginde yer alıyorsun. MisPrintCe’de felaketin değişen sermayesine odaklanıyorsun. Bu serigrafilerdeki tekrarlar birbirleriyle nasıl bir diyalog içinde ve seçtiğin nesnenin pul olması fikri nereden geldi?  

E.S.: Sergide yer alan pul enstalasyonundaki figür Belçika Kralı 2. Albert’in çocukluğu. Albert bir veliaht olarak dünyaya geliyor. Dedik ya, en muktedirlerimiz gittikçe groteskleşiyor diye. Öte yandan en ayrıcalıklı ve korunaklı yaşayanlarımızın en talihsizlerimiz arasında yer aldığını düşünüyorum. Hareket alanları çok sınırlı. En küçük kafeslerde yaşayanlar genelde en büyük iktidar olanaklarına sahip olanlarımız. Sömürgecilik yoluyla elde edilmiş bir servetin ve hanedanlığın veliahtı olarak doğmak bence büyük bir felaket, insanın başına gelecek en kötü şeylerden biri. Prekaryanın içine doğmak, dünyaya güvencesiz gelmek şüphesiz büyük şansızlık. Ama neredeyse hiç seçim yapamadığın küçücük yapay bir cennetin içine doğmak da onunla yarışan bir şanssızlık bence. O yüzden Prens Albert’in yaşama başlama biçimiyle Belçika gettosunda yoksul bir ailenin çocuğu olarak -bir de göçmen kimliğini ekleyelim- doğmak arasında varoluşları, bireysel mutlulukları bakımından düşündüğümüzden daha fazla benzerlik var. Prens Albert’in felaketi dünyaya prens olarak gelmiş olmasıdır. Bir aristokratın kendi isteğiyle unvanını bıraktığı örneklere nadiren rastlıyoruz, onlar da genelde romantik hikayelerin içinde kaybolup gidiyorlar. Harry’de ve Prenses Mako’da olduğu gibi. Birine âşık olup, onaylanmamış bir ilişkiden ötürü unvanlarından soyunup yeni bir hayata sıçrıyorlar. ‘Ben irademle, haksız zenginlikler üzerine kurulmuş ve onlar üzerinde yükselen bu hanedanlığın parçası olmayı reddediyorum’ diyen örneğe pek rastlamıyoruz. MisPrintCe’in felaketle kurduğu birkaç ilişki var. Birincisi Albert’in doğarken -Cioran’ın kitap başlığı gibi- doğmuş olmanın sakıncasını yaşadığı bireysel felaketi, ikincisi Kongo’nun geleceğini değiştirebilecek o büyük elmas rezervini Belçika’ya kaybedişi, üçüncüsü matbaa dünyasının felaketi olması gereken yanlış baskı… Hatalı kopya ilginç bir fetişe dönüştü ki bence bu tam olarak endüstriyelleşme sonrası toplumda mümkün olabilirdi. Üretimin mekanik ve kusursuz tekrarıyla endüstri devriminden sonra tanıştık ve seri üretimin sekteye uğraması bizi heyecanlandırıyor. İkinci olarak, hata yapmaları, bizi çoktan aştıkları veya aşacakları fikrini yatıştırıp makineleri bizimle göz hizasına getiriyor. Herhalde hatalı pul da bir tür parmak izi gibi okunuyor. Bu gibi sebeplerle çöpü boylaması ve atık muamelesi görmesi gereken bir nesne olarak hatalı pulun spekülasyon değeriyle akıl almaz paralara satılan bir nesneye dönüştüğünü düşünüyorum. Sergideki ‘Iskarta’ isimli işle pullar bu yüzden diyaloga girdiler. Iskarta’da değerli bir nesne olarak hayatına başlayan piyano, kıyamet sonrası bir dünyada yakacak malzemesine, çalı çırpıya dönüşüyor. MisPrintCe’de ise atık malzeme aşırı değerli bir mücevhere dönüşüyor. Değer kazanma ve değer kaybetme biçimleri itibariyle bu iki yapıt birbirinin tersini gerçekleştiriyor.

Erinç Seymen, Iskarta, 2024
Karışık teknik

C.M.: ‘Iskarta’ isimli işini biraz daha açabilir misin? ‘Neden değerli bulduğumuz eşyalarımızı henüz yaşıyorken yakmayalım ki’ gibi bir yerden çıkıyor ‘Iskarta’. Yakacağa dönüştürülmüş bir piyano… 

E.S.: O da var içinde, nesnelerin zaman içinde bizim için değerini yitirmesinden de bahsedebiliriz. Çocukken yanımızdan ayırmaya bir dakika bile tahammül edemediğimiz oyuncak bir süre sonra görmek istemediğimiz bir nesneye dönüşebiliyor. Kültür devrimi eskiden milyonlarca insanın üzerine titrediği bir ürünü bir anda sakıncalı, günahkâr, değer sistemine aykırı, hatta ortadan kaldırılması gereken bir nesneye dönüştürebiliyor. Ama ‘Iskarta’, kıyamet sonrası hiçbir şeyin bizim kontrolümüzde olmadığı bir dünyadaki en sessiz anımıza eşlik edebilecek bir imge yaratmaktan hareketle çıktı. Artık ısınmak için bulabileceğimiz hiçbir şeyin kalmadığı ve kitaplarımızın, resimlerimizin, piyanomuzun, en kıyamayacağımız, hasar gördüğünde bile canımızın acıyacağı nesnelerin artık yakacağa dönüştüğü o en çaresiz ve tüm umutların tükendiği ana dair bir imge…

‘İntiharlar Üzerindeki Sansür Örtüsünü Kaldırma Cesareti’

C.M.: ‘Jugendglück’ isimli işin yakın zamanların en büyük sosyal fenomenlerinden biri olan genç intiharları üzerine… Genç intiharlarının artmasında güvencesizlik, ayrımcılık, şiddet de çok büyük etkenler arasında. Jenerikleşerek kullanılan ‘gençlik neşesi’ tamlamasını bu şekilde iğneleyerek intiharları bir gençlik felaketi olarak konuşulur kılıyorsun. 

E.S.: Gençliğin en kestirme tariflerinden biri gamsızlık herhalde. Yoksul da olsa, çaresiz de olsa, büyük talihsizliklerin ortasına da doğsa genç insan bunlara gülüp geçebilen, ‘olsun canım ben yine de hayata başlayabilirim, bunları sırtlayabilirim’ diyebilen olarak kabul edilir. Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019’da yayınladığı istatistiğe göre 15-29 yaş arası insanlarda 4. ölüm sebebi intihar. Bu aslında şok edici bir bilgi olmalı bizim için. Birçok medeniyet tarihçisi, ‘dünya tarihinin en güvenli dönemlerinde yaşıyoruz’ diyor. Gel gör ki 21. Yüzyılda, hayatının başında, maceraya atılmaya hazırlanan insanlar arasında intiharın dördüncü sırada gelen ölüm nedeni olduğuna rastlamak bizim sürekli konuşmamız gereken, manşetlere taşınması gereken bir bilgi. Bu bir felaket bilgisi bence. Bunun gerçekleşme hızı ve biçimi felaketi görünmez kılıyor. Biz aynı gün içinde on binlerce genç insanın öldüğünü duysak, bu, manşetleri işgal eden bir haber olurdu. Ama onlar yıl içinde ayrı zamanlarda ölünce, bu felaket çok azımızın karşısına çıkan ve karşımıza çıksa bile ‘elimiz kolumuz bağlı’ diyebileceğimiz bir istatistiki bilgiye dönüşüyor. Bir yandan intihar üzerinde büyük stigmalar var. İntihar edenlerin yakınları da intihar üzerine pek konuşmak istemiyorlar. Belki suçlanmaktan korkuyorlar belki ölenin itibarını kendilerince korumaya çalışıyorlar. Son yıllarda İstanbul, Ankara ve çeşitli illerde çokça intihar vakasına rastlıyoruz. Neredeyse belli bir ritmle çalınan bir çıkış kapısına dönüştü. Depremden sonra deprem bölgesinde çocuklar arasında da intihar görünmeye başlamıştı. Bu bilgilerin bizi harekete geçirmesi lazım. ‘Biz’ derken sorumluluğu devlete bırakmıyorum. Toplumun ilk önce intihar üzerindeki o sansür örtüsünü kaldırmaya cesaret etmesi gerekir.

‘Karanlık Bir Sergi Yaptım’

Erinç Seymen, Plan C , 2023
Heykel ve çizim

C.M.: Sergiyi tamamlayıp mekândan çıkmaya hazırlanırken son olarak ‘Plan C’ isimli işine rastlıyoruz. Orada güce dair nasıl bir ikaz durumu tasarladın?

E.S.: Karanlık bir sergi yaptım ama ayrılırken son göreceğimiz yapıtın yine de umut notası taşıyan bir yapıt olmasını istedim. Bu resimdeki figürün başına ne geldiğini ve ne yaptığını tam olarak okuyamıyoruz. Teslim olmuş biri mi, esir alınmış biri mi? İşkence mi görüyor? Planının dövmesini yaptırmış bir kişi mi? Kesin bir cevap yok ama yapıtın ismi burada yol gösteriyor. Her zaman fazladan bir plan yapabileceğimizi anımsatmak istedim. Gökkuşağı bayrağının renklerini figürün sırtına yerleştirdim. LGBTİ mücadelesinin tarihte kendini en zor var edebilmiş mücadele alanlarından biri olduğunu düşünüyorum, 20. Yüzyıldan sağ çıkabilmesi bile mucize. O mucizenin hepimize ilham vermesi gerekiyor. Mücadelenin bir parçası olmuş ya da olmamış herkese ‘en kötüsünden bile kaçabiliriz, en kötüsüne karşı dahi direnmenin bir yolunu bulabiliriz’ diyebilmeliyiz. Belki birkaç kelimelik bir notla, belki bir hapishane duvarına çizilmiş küçük bir resimle… O yüzden ben tüm kötümser beklentilerimize rağmen bu sergiden ayrılırken rasyonel akla ve umuda çağrı fikriyle veda edilmesini istedim.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 01:36:12