Sanatçı Erhan Özışıklı’nın 14 Mart-6 Nisan 2013 tarihleri arasında, Poligon Galeri’de sergilenen “Şölen” sergisiyse, bu eski “oyunu” tekrar çağırmayı deniyor. Üzerine düşecek onca laneti göze alarak…
Erhan Özışıklı’nın zamansızlığında insan, mit ve ritüeller aracılığıyla kutsal bir oyun oynar. Bir zamanlar doğaya ve doğaüstüne çok daha yakın olan insan için, güncel zamanın tekdüze akışına karşılık, tanrısal varlıkların sonsuz imgeleri, bir nevii bir kaçış çizgisidir. Sanatın yegâne işlevi, bu kaçış çizgisini yeniden sunabilmeyi denemesidir. Hem de kutsallığın artık bir oyun olarak algılanamayacağı kadar katı zamanlarda. Sanatçı Erhan Özışıklı’nın 14 Mart-6 Nisan 2013 tarihleri arasında, Poligon Galeri’de sergilenen “Şölen” sergisiyse, bu eski “oyunu” tekrar çağırmayı deniyor. Üzerine düşecek onca laneti göze alarak.
Erhan Özışıklı’nın tuvallerinde, yüzeyde karşımıza çıkan ilk önemli anlam, bu tuvallerin birer eser değil, birer esin olmaları. Arınmış bir algının eşiğindeyiz ve resme dair her bir öğe, gerek içerik, gerek biçimsel olarak sürekli bir esriklik halinde genişleyip sonsuzlaşıyor. Özışıklı, güncel sanatın sabitlik sorununu, zaman karşısındaki yenilgisini hiç deneyimlememiş. Daha doğrusu, böylesi bir sonuca evrilecek bir sanat anlayışının kapısının önünden bile geçmemiş. Yüksek bir yerde, tamamen kendi uçurumlarının kenarında, yalnız kendisiyle riske giren bir sanatçı Özışıklı. Böylesi bir risk, sanatçıyı aklın tembelliğinden kurtararak ödüllendirir. Çilenin meyvesi, esrarlı bir öz içerir. Bu kendinden geçmişlik noktasında, Özışıklı, kollektif bilinçaltının ressamıdır.
“Şölen”, sanatçının 9 adet tuval üzerine karışık teknik çalışması ve 4 adet çerçevelenmiş kâğıt yapıtının yer aldığı, dengeli ve yoğun bir sergi. Denge ve yoğunluk, rüyaların kusursuz matematiğini çağrıştırıyor. Örneğin, “İskelede Adam”; materyal dünyasına ait olamayacak kadar sisli renkleri, içiçe geçmiş çağrışımları ve her türlü arzu mekanizmasını harekete geçirebilecek denli kuvvetli (çünkü tehlikeli) kompozisyonuyla bir rüyanın, kâbus ile keşif arasındaki bir rüyanın dökümü gibi görülüyor. Özışıklı, her ne kadar rüyalara yaslansa da, rüyanın kapalılığını da aşmayı deniyor. “Ben”in dışarıdakiyle değil, “içeri” ile iniltili olduğu bu tuval üzerine yağlıboya, “içeri”nin özerkliğini ilan edecek hakikati sunduğundan, seyircisiyle ilişki kurabiliyor. Basit tabiriyle, Özışıklı’nın tuvali, bizi kendi paralel evrenine, belki rüyadır, belki gerçek, hapsediyor.
Erhan Özışıklı, rüyalar ve bilinçaltı kadar, “dışarı”nın zaman ve tarih ile ilişkisini de, bir antropolog edasıyla, deşiyor. Özışıklı, sanatın bir ritüel olarak işlediği karanlık çağların bilgisini, üzerine bir zırh gibi kuşanıyor. “Genç Adam, Balık” çalışması, insanın inanç ve bilgi tarihine dair çok temel kimi kodları, mitleri yeniden yorumlamayı deniyor. Özışıklı, üstüne giydiği bu efsunlu zırh ile William Blake, Vermeer, Goya gibi büyük ressamların deneyimlerini tekrarlayacağı bir maceranın içerisine giriyor. "Sahilde Kadın”, bu maceranın en ileri gittiği anlardan biri. Özışıklı, zamanın sayılarla değil, kutsallarla birlikte anıldığı karanlıklara dalıyor. Özışıklı’nın resimleri, yukarıda dediğim o kendi evrenine bizi hapsetmişti ya, şimdi, o evrende yalnız bırakılıyoruz. Yanımızda ressam bile yok; yalnızca zamansızlık var.
“Sakat” ve “Baş” gibi nonfigüratif işler, bu yalnızlığı yüzümüze daha güçlü çarpmak için beliriveriyorlar sanki. Sanatçının beslendiği kollektif bilinçaltına dair simgeler, bu nonfigüratif işlerde, soyutluklarını pekiştiriyorlar. Özışıklı, insanı resminden eksilttiğinde, halihazırda her tuvale sinmiş uğursuzluk ve huzursuzluk, daha da kuvvetleniyor. Ritüel, iyi ve kötünün birbirine karıştığı temsilsizlik anıysa, Özışıklı’nın soyut çalışmaları, bu anı aynı temsilsizlikle yansıtabiliyor.
Sergide yer alan “Gelin” ve “Yatakta Adam” ise, Özışıklı’nın günümüz dünyasına döndüğü birer dinlenme noktaları. Özışıklı, daha önce “Akşam Yemeğinden Sonra…” sergisiyle, şimdiki zaman içerisindeki sonsuzluk anlarını yakalamayı denemişti. “Akşam Yemeğinden Sonra…”, gündelik hayatın içerisine sıkışıp kalmış insanların ölümsüzlük arzularını çarpıcı ve trajik bir biçimde ele alıyordu. “Gelin” ve “Yatakta Adam”, bu trajedinin kahramanları olarak, “Akşam Yemeğinden Sonra…” serisinin mekandan ayrılıp bireye odaklandığı devam örnekleri olarak göze çarpıyorlar. Sonuç olarak, Özışıklı, bizimle aynı dünyada yaşıyor ve her ne kadar, sanatın ve oyunun içerisinde bambaşka dünyalara gidebilse de, arada bir, dönüp bize de bakıyor. Tabii, lanet dışında pek bir şey görmek istemeyerek. İçeriğin böylesine yoğun ve öz olduğu “Şölen”, teknik olarak kusurlu bir estetiğin üzerine gidiyor. Birbirini kapatan renkler, deformasyonlar, ışığın ve gölgenin paralize edici birleşimleri… Özışıklı için sanat, daha kadim bir bilgiye ulaşmaya yarayan bir arayüz gibi kullanılıyor. Belki de bu yüzden, Özışıklı’nın tuvalleri, içeriğin kaotikliğini, biçim noktasında da tekrarlıyor.
Öyle görülüyor ki, Erhan Özışıklı için nesnel dünyadansa, içgörüler sanatın özünü taşıyor. Ve içgörülerin sanatçıyı sürüklediği topraklar, çok eski bulutların yağmurlarıyla ıslanıyor. Erhan Özışıklı, güncel sanat adı verilen zaman disiplini içerisinde böylesi bir noktada durmayı tercih etmesiyle, tüm bu yazılanların dışında, fazladan bir övgüyü hakediyor. “Şölen”, insan algısının sonsuzluğuna dair karanlık bir güzelleme, lanetli ve büyücül bir ritüel ve en fazla da, sanatsal bir kendilik’i içeriyor.