A password will be e-mailed to you.

Yunanistan’ın çağdaş sanat galerileri arasında yer alan Callirrhoë’de geçtiğimiz aylarda gerçekleşen ‘Ecofeminisms Today’ sergisi farklı coğrafyalardan ekofeminist sanatçıları bir araya getirdi. Eleni Riga’nın küratörlüğünü üstlendiği sergiye Türkiye’den Hera Büyüktaşçıyan da katıldı. 10 yıldan uzun bir süredir küratörlük yapan Riga’nın küratöryel politikası ekofeminizmden besleniyor. Riga’yla serginin ekofeminist estetiğini, hidrosen kavramını, Akdeniz’in ekofeminist mirasını ve hafıza küratörlüğündeki temel yaklaşımlarını konuştuk. Sanatatak aracılığıyla sizlerle…

Foto: Frank Holbein

Can Memiş: Ekofeminist bir yaklaşımla çeşitli programlarda yer alıyorsunuz. ‘Ecofeminisms Today: Promiscuous Entanglements’ başlıklı serginin de küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Ekofeminist bir yöntemle, zengin, iç içe geçmiş ve doğrusal olmayan anlatıları temsil etmek için ‘hafifmeşreplik’ kavramını kullanıyorsunuz. Nasıl bir sunum modeline başvurdunuz?

Eleni Riga: Ekofeminist olarak tanımlanabilecek konularla ilgilenen altı kadın sanatçıyı bir araya getiren serginin küratörlüğünü üstlendim. 1980’lerin ortasından günümüze uzanan eserler, Levant bölgesi de dahil olmak üzere Akdeniz ve Latin Amerika’dan gelen ya da bu bölgelerde çalışan sanatçılara ait. Küratöryel odağım, 1970’lerden 1990’ların sonlarına kadar ekolojik ve feminist sanat pratiklerinin yanı sıra; özellikle de COVID-19 sonrası çağdaş sanatta bunların yeniden yorumlanmasına yöneliyor. Sergi organik bir şekilde akıyor ve ziyaretçileri suyun akışını takip eder gibi bir akışı takip etmeye teşvik ederek sezgisel deneyim yaratıyor. Bu serginin ekofeminist ethosu, geleneksel küratöryel modellere meydan okuyan, zengin, iç içe geçmiş ve doğrusal olmayan anlatıları kucaklıyor olması…

‘Küratör Hikaye Anlatıcısı Haline Geliyor’

Betsy Damon, Meditation with Stones for the Survival of the Planet, American Doğa Tarihi Müzesi önünde performans, New York, 1983 & Batı Broadway’de perdormans, New York, 1984 Foto: Frank Holbein

Sergi, tıpkı küratöryel vizyonuna ilham veren su gibi, çoklu perspektiflere dayanan, akışkan ve birbirine bağlı bir yapıya sahip. Sergiye dahil ettiğim bir diğer kilit unsur da hafifmeşreplik kavramı. ‘Hafifmeşreplik’, ataerkil veya geleneksel söylemlerde hem kadınların hem de doğanın algılanışıyla ilgili çağrışımlar taşıyor. Bu, ekofeminist bir küratöryel yöntem olarak uygulandığında başka bir katman daha ekleniyor. Tarihsel olarak, kadın bedeni de doğa da ataerkil ve sömürgeci sistemler tarafından kontrol, kategorizasyon ve düzenlemeye tabi tutuldu. Özellikle kadın cinselliği, sıkı bir şekilde kontrol edilen normların dışında var olduğunda genellikle tehlikeli veya tehdit edici olarak çerçevelendi. Aynı şekilde doğa da evcilleştirilmesi ya da hükmedilmesi gereken vahşi ve kaotik bir şey olarak görüldü. Bu bağlamda hafifmeşreplik; cinsel, biyolojik veya ekolojik anlamda uyumsuz, düzensiz veya aşırı davranışları tanımlamak için aşağılayıcı bir terim olarak kullanılıyor. Bu sergide, “hafifmeşreplik” teriminin oyunbaz bir şekilde sahiplenilmesi, tıpkı ekofeminizmin kendisinin ataerkil yapılara direnmesi gibi, bir direniş işlevine sahip. Akışkanlığı, birbirine bağlılığı ve çoğulluğu vurgulayan bu küratöryel yöntem, daha kapsayıcı ve geniş bir anlatı yapısını teşvik ediyor. Hafifmeşreplik yoluyla küratörlük, küratörün rolünü de yeniden tanımlıyor. Küratör; kategorize eden ve düzenleyen bir otoriteden ziyade, farklı unsurlar arasındaki diyaloğu kolaylaştıran bir kişi ya da benim tercih ettiğim şekliyle bir hikâye anlatıcısına dönüyor. Benim rolüm, esneklik, akışkanlık ve özgürlükle tanımlanan bir dünyayı birlikte şekillendireceğine inandığım hikayeleri anlatmak ve görüntüler paylaşmak.

‘Su Merkezli Dşünceye Doğru Kavramsal Değişim’

Hera Büyüktaşcıyan, Geçmiş Suları İyileştirmek, Kudüs, 2014 Foto: Frank Holbein

C.M.: Sergide izleyicilerin dikkatini antroposenden hidrosene kaydırmak istediğinizi söylüyorsunuz. Neden böyle bir odak kaymasını tercih ettiniz? Hidrosen kavramında nasıl bir feminist ve queer çıkış görüyorsunuz?  

E.R.: Dr. Bronwyn Bailey-Charteris tarafından ortaya atılan bir terim olan hidrosen, ‘the Office of Hydrocommons’ başlıklı küratöryel platformla birlikte gündeme geldi. Bu platform ekolojik meselelerle ilgilenirken genellikle hem kişisel sebeplerle hem de coğrafi konumuna derinden bağlılığı sebebiyle Akdeniz’deki su sorununun aciliyetine odaklanıyor. Basitleştirmek gerekirse, amacım su ile ilgili sanatsal pratikler etrafında sanat eserleri ve söylemler üretmek, başkalarının çalışmalarını incelemek ve kolaylaştırmaktı. Yakın zamanda, iki meslektaşımı sürece davet ettiğim, ‘Office of Hydrocommons’ başlıklı kitabın editörlüğünü yapma fırsatına sahip oldum: UNIDEE / Fondazione Pistoletto’da Neither on Land nor at Sea programı için Misafir Küratör ve EX NUNC’un Direktörü Chiara Cartuccia ve The Hydrocene kitabının yazarı Bronwyn Bailey-Charteris… Bronwyn, özellikle su anlatılarına olan ilgimin şekillenmesinde etkili oldu. Kendisi İskandinavya ve Avustralya’daki sanatsal pratiklere odaklanarak hidrofeminizm mirası üzerine çalışmalarını inşa ediyor. Su merkezli düşünceye doğru kendi kavramsal değişimime katkıda bulunduğu için ona teşekkür ediyorum. Hem çevresel hem de toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin temel nedenlerinden birinin insanmerkezcilikte yattığına inanıyorum. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi, insanın diğer tüm yaşam biçimleri üzerindeki üstünlüğüne olan inancı besledi ve insan egemenliği fikrini güçlendirdi. Bu, Vandana Shiva ve Maria Mies gibi ekofeminist teorisyenlerin yanı sıra, dünyanın yaşayan, nefes alan bir varlıktan ziyade bir kaynak olarak algılanmasında imgelerin rolünü vurgulayan Carolyn Merchant tarafından da ortaya konmuş bir eleştiri…

Antroposen’den Hidrosen’e

Maria Nikiforaki, Hydrodance, 2023, Çift kanallı video
Foto: Jose Ballerzosa

Bu anlatıya meydan okumak ve farklı imgeler sunmak – suyun canlı bir varlık olduğu ve yaşamı beslediği imgeler- bir küratöryel karar… ‘Office of Hydrocommons’ sadece suyu ve kadınların suyla ilişkisini değil, aynı zamanda hayatları suya sıkı sıkıya bağlı olan sünger avcıları veya balıkçılar gibi grupları da ön plana çıkarmayı amaçlıyor. Sorunuzla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Odağı antroposenden hidrosene kaydırmayı hedefliyorum. Antroposen, insan egemenliğini vurgular ve genellikle doğayla olan ilişkimizi kontrol, sömürü ve kayıp terimleriyle çerçeveler. Buna karşılık hidrosen, suyu insan merkezli anlatıların ötesine geçen bir güç olarak kabul edip daha akışkan ve birbirine daha bağlı bir bakış açısı sunuyor.

Kategorileri Reddeden Queer Estetik İttifak

Maria Antelmam, Tree Talker Foto: Frank Holbein

C.M.: Küresel Güney ve Akdeniz’in ekofeminist miraslarını nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu miraslar birbirine nasıl bağlanıyor? Bu bağlantılardan ve queer kesişmelerden ne tür bir estetik ittifak ortaya çıkabilir sizce? 

E.R.: Bu mükemmel bir soru ve araştırmaya da devam ettiğim bir soru. Yanıt vermek için sizi 2020 yılına, MoMA için bir program üzerinde çalıştığım döneme götürmek istiyorum. Projem, Ecología y Feminismo programının bir parçası olarak Ana Mendieta ve Regina José Galindo’nun sanatsal pratiklerinin ekofeminist bir perspektiften yeniden incelenmesini içeriyordu. Bu program için Latin Amerika Sanatı Küratörü ve Patricia Phelps de Cisneros Araştırma Enstitüsü Direktörü Inés Katzenstein ve sanatçı Regina José Galindo’yu davet ettim. Guatemala sanat ortamına, özellikle de 1990’ların sonunda 36 yıllık iç savaşın ardından demokrasiye geçiş sürecinde ortaya çıkan sanat pratiklerine aşinalığım olduğunu belirtmeliyim. MoMA’nın Eğitim Departmanı’nda geçirdiğim süre boyunca Sandra Monterroso, Jessica Lagunas ve María Adelia Díaz gibi ekofeminist söylemin merkezinde yer alan sanatçılara odaklanma fırsatım oldu. 2021’de Yunanistan’a döndüğümde, Callirrhoë tarafından Hellen Ascoli, Edgar Calel, Regina José Galindo, Sandra Monterroso ve Naufus Ramirez-Figueroa gibi sanatçıların eserlerinin yer aldığı Radical Empathies başlıklı, Guatemala sanat sahnesine dair bir sergiyi sunmak üzere davet edildim. “Radikal” ve “empati” gibi sözcükler; ister ABD emperyalizmi içinde isterse de büyük kurumların içinde, iktidar yapılarının onları gerçek anlamlarından arındırdığı bağlamlarda sulandırılmıştı. Kendi ülkeme dönmek, bu terimlerle yeniden eleştirel bir şekilde ilgilenmemi ve çelişkileriyle yüzleşmemi sağladı. Hem Guatemala’da ve Yunanistan’da hem de Levant’da ve daha geniş anlamda Akdeniz’de, doğa, tinsellik ve sömürgeleştirme ya da kripto-sömürgeleştirme tarihleriyle ortak bir ilişkiye dayanan güçlü ekofeminist pratikler bulabiliriz. Beni en çok ilgilendiren, bu mirasları yeniden keşfetme, yeniden öğrenme ve yeniden sahiplenme ve ortak mücadelelerini ve ortak akıllarını, onları romantikleştirmeden veya basitçe birbirine eşitleme tuzağına düşmeden sunma olasılığıdır.

Bu bölgeler; toprak sömürüsü, ekolojik şiddet ve kültürel baskı deneyimlerinden organik olarak süzülen bir ekofeminizmle birleşiyor. Küresel Güney ve Akdeniz, ekofeminizmin bir teori ya da sanatsal bir hareket olmasının ötesinde bir hayatta kalma, direniş ve miras kalan bir bilgi biçimi olduğu yerler… Bu bölgelerdeki sanatsal pratikler genellikle doğayla -su, toprak ve yaşamın döngüsel ritimleriyle- Küresel Kuzey’in çıkarcı, sermaye odaklı bakış açılarıyla keskin bir tezat oluşturan derin ve somutlaşmış bir bağ ortaya koyuyor. Bu bağlantılardan sınırları, kategorileri veya hiyerarşileri kesişimsel olarak reddeden queer bir estetik ittifak ortaya çıkıyor. Bu ittifak; akışkanlığı, çokluğu ve doğrusal olmayan hikâye anlatım biçimlerini kucaklayan, hem bu bölgelerin karmaşık tarihlerini hem de devam eden mücadelelerini yansıtan bir ittifak… Ekofeminist mirasların kesişiminden ortaya çıkan şey yalnızca sanatsal bir pratik değil, aynı zamanda Batı merkezli anlatıların egemenliğine de meydan okuyan ve bizi insan-sonrası dünyayla ilişkimizi yeniden düşünmeye davet eden siyasi ve düşünsel bir ittifak… Bu şekilde, Küresel Güney ve Akdeniz’in ekofeminizmleri, ekolojik ve sosyal krizleri ele almak için hem estetik hem de eleştirel bir çerçeve sunarak birbirine bağlılık ve dayanıklılık politikasını teşvik ediyor.

‘Canavarın İçinde Ama Islak’

Maria Antelmam, Mother, Milk Foto: Frank Holbein

C.M.: Demokratik katılımın insanlar arası bir kavram olarak kullanılmasına karşı çıkıyorsunuz ve türler arasında özyönetim fikrinin peşinden gidiyorsunuz. Donna Haraway, siborgu canavarın karnından yazdığını söylemişti. Bu özyönetim fikrini savunurken Haraway’e katılıyor musunuz? 

E.R.: Sanırım Haraway’in de eleştirdiği ama aynı zamanda kabul ettiği üzere, güç sistemlerinin -teknoloji ve kapitalizm- modernitenin insan deneyiminden ayrılamaz oluşunu kastediyorsunuz. Buradaki “canavar”, metaforik bir kullanım… Teknolojik ve ataerkil yapılar da dahil olmak üzere hayatlarımızı şekillendiren baskıcı sistemleri temsil ediyor. Ancak aynı zamanda sadece kurbanlar olarak değil, bu sürece katılanlar olarak da onlarla nasıl iç içe olduğumuza işaret ediyor.  Evet, Donna Haraway’in kapitalizm ve teknoloji de dahil olmak üzere iktidar yapılarının modern yaşamda kaçınılmaz olduğu iddiasıyla bağlantılı… Bahsettiği “canavar” gerçekten de insan deneyimini şekillendiren ve tanımlayan baskıcı sistemler (ataerkillik, kapitalizm, teknolojik tahakküm) için bir metafor. Ancak Haraway aynı zamanda bu güçlerin sadece pasif kurbanları olmadığımızı; eleştirmeye çalıştığımız yapılar tarafından melezleştirilmiş olduğumuzu da vurguluyor. Benim durumumda, kesinlikle canavarın karnında olduğumu söyleyebilirim- eleştirdiğim sistemler içindeki dolanıklığımın tamamen farkındayım. İnsanların yeryüzünü sömürme haklarının hem insan topluluklarının hem de insan-dışı diğer savunmasız toplulukların zararına olduğu bir sistemi “demokratik” bulmakta zorlanıyorum. Bana göre gerçek demokrasi, hayatta kalma ve gelişme hakkının insan odaklı kaygıların ötesine geçtiği, tüm yaşam biçimleriyle eşitlikçi bir ilişkiyi içermelidir. Yani evet, canavarın tamamen içindeyim ama Haraway’in deyimiyle ıslak kalıyorum. Bu baskıcı yapıların içinde geziniyorum ama aynı zamanda bizi doğayla, birbirimizle ve dünyamızı şekillendiren güç sistemleriyle ilişkilerimizi yeniden düşünmeye davet eden sanatsal ve ekolojik pratikler aracılığıyla bunları yıkmak ve yeniden hayal etmek için çalışıyorum.

İnsan-Olmayan Varlıkların Tarihleri

Chloé Royer, Xenophora, 2024 Foto: Frank Holbein

C.M.: Son olarak, size hafıza küratörlüğü alanındaki deneyimlerinizi sormak istiyorum. Ekofeminist bir hatırlama ve bu tür bir hatırlamanın ilkeleri hakkında ne düşünürsünüz? 

E.R.: Bir hafıza küratörü olarak çalışmalarım, iki büyük serginin küratörlüğünü birlikte üstlendiğim sanat tarihçisi Olympia Tzortzi ile süregelen iş birliğim sayesinde gelişti: “New Monuments” ve “Commemorating Amnesia”. Bu sergiler benim ekofeminist pratiğimle doğrudan bağlantılı olmasa da, Olympia ile birlikte, nasıl hatırladığımız ve kamusal alanlarda ve kolektif tarihlerde hangi hafıza biçimlerinin ayrıcalıklı olduğu konusunda süregelen diyaloğun bir parçasıydı. Ancak ekofeminist bir mercekten küratöryel çalışmalarım üzerine düşündüğümde, tekrar eden bir konu olduğunu fark ediyorum: beden -konumlandırılmış bedenlerin bilgisi, bedenlenmiş pratikler ve bedendeki travmalar-, hafızaya olan ilgimin her zaman merkezinde oldu. İşte bu noktada ekofeminist yöntem, hatırlama pratiğimle kesişmeye başlıyor. Ekofeminist bir hatırlama; insan-olmayanların tarihleriyle, bedenlenmiş bilgileriyle ve insan-doğa-hayvanlar arasındaki karşılıklı bağlantıyla egemen hatırlama biçimlerine meydan okuyor. Kişisel ve deneyimsel bilgiye ayrıcalık tanıyan feminist metodolojilerden yararlanıyor, ancak aynı zamanda bu merceği insan-olmayan varlıkların anılarında nasıl taşıdıklarını dikkate alacak şekilde genişletiyor. Küratöryel çalışmalarımda, hafızanın böyle bedensel ve ekolojik biçimlerini anlatıya dahil etmeye çalışıyorum. Bu; travmanın, emeğin ve tarihin beden üzerindeki izlerini tariflerken, aynı zamanda insan eylemlerinin insan-olmayan tanıklar üzerinden yeryüzünde bıraktığı izlere de dikkat kesiliyor.

Daha fazla yazı yok
2025-01-27 03:30:38