Hayvanın temsiline dair düşünmelerim, Ömer Uluç resmiyle olur aslına bakarsanız. Onun John Berger’ın deyişiyle hayvanın ruhunun yanına geçip, oradan bakması şaşırtıcıdır çünkü…
Hayvanın yanına geçip Berger’in deyişiyle oradan baktığımızda ne görürüz? Bulunduğumuz noktadan ne görebiliriz?
Son beş yılda Şevket Sönmez’in kaplanları, Huri Kiriş’in son dönemde yaptığı hayvanlı doğa manzaraları, Burcu Yağcıoğlu‘nun pek çok işi, en son Batu Bozoğlu’nun güvercinler altında Sanatorium’da gerçekleştirdiği performansı, Çınar Eslek‘in 8 Mart Kadınlar Günü için Türkiye Jokey kulübü için yaptığı filminde atları yorumlayışı… Sanatçıların, her birinin bulundukları noktada neler görebildikleri üzerine düşündürücü.
Neden belki de hiç karşılaşmadıkları, göz göze gelmedikleri hayvanları resmediyorlar?
Bu nasıl bir ihtiyaç?
Bunu yaparken onu nasıl temsil ediyorlar?
Küçük bir google aramasında karşımıza çıkan muhteşem fotoğraflar kadar görkemli? Tam tersine?
Hayvanı nasıl temsil ettiğimiz aslında görme biçimlerimizin de nasıl olduğunu belgeliyor.
Biz hayvanın uzun zamandır karşısındayız.
Her anlamda…
Onun yanına nasıl geçmek mümkün olabilir?
Uluç, hayvanları ele alışıyla ilgili şöyle der:
“Evrensel sarkazm ve imgelerin bolluğu bizi giderek kendimize ait bir hiyeroglife doğru itiyor. Üstünde nesnelerin yüzdüğü bana ait bir göl, benim için önemli.”
Uluç için Kargalar ya da Aslanlar, ‘izler deposu’ndan çıkanlardır. Üst üste zaman yığınlarının arasından çıkarlar… ‘Aktüaliteden sızan konulardır, batıl inançlardan veya antropolojiden, takıntıların karşılıklarıdır.’ Hepsidir ama en önemlisi sanatçının bireysel savunmasını oluştururlar hep birlikte ve tek tek…
Öte yandan Gombrich, İmge ve Göz’üne Federico Hecht’in Daha da Ötesi başlıklı flu zürafa fotoğrafını alır. 1971 yılında çekilmiş bir zürafa fotoğrafıdır bu ve sanat tarihçisine göre fludur evet ama “gerçeğe sadıktır”. Burada Gombrich tam tersi bir pozisyondan bahseder.
Hayvanın yanında değil, öznenin yanında bir pozisyondan.
Afrika’da yakalan bu fotoğraf, çekenin yanındadır, Zürafa’nın değil.
Bu fotoğraf Gombrich’e göre imgeler ile imgelerin ortaya çıkmasını sağlayan süreç arasındaki bağlantıyı kuramayan insanın vardığı bir noktadır.
Gelinen bir aşama…
Bu aşama, pekala bütün gün, dünyanın en iyi ve kimi zaman uzay teknolojierinden kullanılan lenslerle çekilen hayvan belgesellerinin karşısında saatler geçiren insandan da haber verir, metrobüste kedi videosuna maruz kalan insandan da…
Hep birlikte hayvanların karşısında ve onları gözetlediğimizin çeşitli ifadeleridir bunlar.
Bu gözetleme öyle bir noktaya vardı ki geçtiğimiz günlerde sirklerin kapatılmasıyla tırnak içinde özgürlüklerine kavuşan hayvanların gerçek doğadaki ilk dakikalarını gözetledik. An be an nehre, çalılıklara karışmalarını izledik.
Bu yaygın iletişim, yani onları her an görebiliyor olmanın hayvanı temsil edişte nice krizler yaratacağı aşikar.
Onun yanından görmeyi güç kılması da…
Şu güzel hikayeyi de Alberto Manguel‘den hemen anlatalım:
“Bestekar Liszt çocukluğunda bir semender görmüş, babası gördüğünü unutmaması için okkalı bir tokat atmış küçük Listz’e.”
Böylesine karşılaşma anlarını ölümsüzleştirecek, küçük büyük cebine sığacak pek çok kamerası olan homo sapiens’ın artık tokata ihtiyacı yok hatırlamak için. Belki unutmaya ihtiyacı var.
O yüzden Gombrich‘in seçtiği fotoğraf net değil. Gerçekçi değil. Görkemli hiç değil. Zürafayla karşılaşma anına dair zürafanın gölgesi gibi kendisinden ziyade.
Ekin Saçlıoğlu’nun Bunlar Fabl değil Çocuklar başlıklı solosu, bu unutuş ve hatırlayışlar arasında ilginç bir gezinme… Hem hayvanın sanatçı tarafından nasıl temsil edildiğine dair kendine mahsus bir “hiyeroglif”in kapısını arayabiliyor hem de onun izi ne olabilir ve bu aslında neyin izidir bunu izleyiciye bırakıyor.
Serginin konusu nesli tükenen gergedanlar, soyu çoktan tükenmiş kaplumbağa, Anadolu leoparı, insan eliyle zevk için boğulan bir vaşak, bir nehrin kenarında ölü bulunduktan sonra neslinin tükenmediği ortaya çıkan bir diğeri.
Serginin konusu hayvanlar olunca, hayvanların karşısında onları izlemekle kalmayan onları kimi zaman sistematik bir avcı örgütlenmesiyle veyahut keyfi örneğin boğarak öldüren insanlar da bu serginin özne ve nesneleri.
Anadolu leoparını katleden Kaplan ailesine o yüzden boşuna koymuyor o leopar noktalarını Saçlıoğlu. Ya da avcıyı tepetaklak düşürebiliyor Tenten çizgi romanlarından ödünç bir hafiflikte. Bir ironi katmak istercesine insan ile havyan arasında geçen güç açısından karmaşık ve asimetrik ilişkiye…
Soyu tükendiği kabul edilen Anadolu leoparı hem 1930’larda hem de birkaç yıl önce rastlantı eseri Kaplan soyadlı insanlar tarafından öldürülmüş. Sergideki işlerden biri, bu rastlantıdan yola çıkmış.
Galata Rum Okulu’nun o çok-tarihli, hem yazılmış hem yazılamamış tarihleri içeren mekanında Ekin Saçlıoğlu’nun son sergisinde Anadolu Leoparı’nı öldüren Kaplan ailesinin temsili resmindeki noktalar insanın hayvan üzerindeki tahakkümüne karşılık sanatçının ondan aldığı soğuk bir intikam tadında.
Onu gözetleyen, onu kategorileştiren, onu oyuncaklaştıran ve onu kendi dünyasına dahil ederken kendi ölçeğiyle arasına kabul eden insan.
Bu nokta önemli çünkü serginin en sevdiğim dersliği de tam burada.
Girer girmez solda.
Camekan altındaki kağıt işlerde.
Katlanır katlanarak temsil edilen kağıttan o hayvan figürlerinde.
Burada, leoparın bir beneğinden yola çıkarak onu geometrik bir soyutlamayla başlı başına bir imgeye transfer eden sanatçı, insanın, havyanı öldürmekle, hayvanı çizmek arasında gidip gelerek kurduğu uygarlığın kırılgan zeminine işaret ediyor.
Benek dev bir soyutlama olarak bir başka tuvalde. Benek eski sergisinden getirdiği askılık’ın taşıdığı da aynı zamanda.
Ve yosun tablolar, içinden bitkiler çıkan tablolar her ne kadar aynı zamanda İstanbul belediyeciliğinin propagandist bitki panolarını hatırlatsa da, Rum okulu zemininden çıkan yosunlar, bize bu panolara karşı gelişebilecek, betona, kentsel dönüşüme ve Osman Gazi köprüsüne rağmen betonun içinden fışkırdığında Facebook’ta paylaştığımız o filiz’e dair derin bir umut vaat ediyor.
Öte yandan büyük başka bir derslikte gördüğümüz, bir kaplumbağa heykeli, o kabuk ve o kabuğun derme çatma kaidesi.
Uluç’un Yalnız George’larını çağıran, kendi kendini bütün Uluç yalnız George’ları arasına çoktan yerleştirmiş bu kaplumbağa heykeli, içine aldığı boşluk ve burayı doldurmayı istediği rüzgar sesiyle Saçloğlu’nun hayvanı çizmenin, naturalist ve akademik anlamda kağıda doğru oranlarıyla yerleştirmenin, boyama ve taramanın ötesine geçtiği artık onu bir iz’e, bu kez üç boyutlu bir beneğe dönüştürdüğü işlerin başında geliyor.
George, dünyadaki son gergedanları, birer robot resim tadında adeta Sudan’ın başında onu kimse öldürmesin diye bekleyen korumalara paralel taradığı resimlere zıt damarının başında geliyor serginin.
(Rüzgar sesine gerek var mıydı bilemiyorum.)
Ama Lucy Lippard’ın hiç tereddüt etmeden eksantrik bulacağı bu işler, George’la ve onun derme çatma tahta kaidesiyle kalmıyor.
Bir başka derslikte yer alan duvarda, gerçek kürk parçalarıyla yine George’un kaidesinde kullanılan tahta odun parçalarından oluşan duvar yerleştirmesi serginin hayvanın yanında işlerinden…
Ekin Saçlıoğlu’nun bu yanından olma dileği zaten Anadolu Leoparı konulu işlerinde kağıdı bir hayvan yüzeyi büküp eğmesinden de okunabiliyor.
Ancak bu dilek, Sakarya’ya bir kereste gemisiyle gelince 11 milyon yıldır yok olmadığı anlaşılan Laos kaya faresine adadığı duvar düzenlemesinde iyice belirginleşiyor.
Bu gerçek kürk ve tahta parçalardan oluşan hassas anıt, aslında aklımıza uzun yıllardır Saçlıoğlu’nun bıkmadan usanmadan parlattığı, altına buladığı fosil saplantısını getirmeli.
Fosilden, hayvanlara ve onların izine geçişindeki seçimi görmemezi engellememeli.
Artık kemikleri altına bulayarak nesneleştirmek yerine bitkileri birer hazır yapım olarak kullanması da dikkat çekiyor. Yosunlu tuvallerle aynı odada yer alan hazır yapımlar, gerçek birer bitki mesela bir Ginko Biloba ağacı ya da Sığla ağacı ya da At Kuyruğu...
Bu saksıdaki ağaçlar, birer ready-made olarak Saçlıoğlu’nun hayvanları konu ettiği sergisinde sürekliliğin, barbar uygarlığa rağmen, ona çekilen bir sınır, bir direniş hattının başrol oyuncularının ta kendileri.
“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi” olmasın diyen Benjamin’i biraz daha hatırlayabiliriz bu sergiyle birilkte.
Fosil bir kök. Hayvanı çizecek sanatçı için, bir öz. Yapıtının kaynağı. İmgenin özü. Has imge olarak fosil. Ya da kalıntı. Bir izin üzerine inşa edilen Uygarlık. Fosilin kendisine iz dersek Walter Benjamin’den miras bu kurguyu bir ileriye daha taşırız:
Benjamin, fosilin bir iz, Almanca Spur olarak devam ettiğini, burjuva iç mekanlarının peluşunda ya da kutu ve kılıflarının kadife kaplamalarında özellikle görülebildiğini iddia etmişti.
Dolayısıyla laos kaya faresinin, yapay kürk parçalarının, tahta parçalarının arasında kimliği belirsiz bir nesne ve imge olarak görünüşünde, asla doğru oranlarla kağıda çizilemeyecek vaşağı, dünyadaki son gergedanları, leoparı öldüren Kaplan ailesi ve Anadolu leoparının M.Ö. 1800 Pamukkale menşeeli izleyiciyi de içine alan aynalı replikasıyla Ekin Saçlıoğlu, yaptığı bu uygarlık eleştirisinde kendi açıklanamaz’ını, bilinç altını, ressam bilinç üstüne karıştırmada güzel bir manevra yapıyor. Ortaya çıkan hayvanın yanında ve hayvanın karşısında temsilde en çok onun iz’ini öneren bu tutumdan etkilenmemek imkansız.
Ekin Saçlıoğlu
Bunlar Fabl Değil Çocuklar
Galata Rum Okulu
1 Nisan’a kadar açık.
Yazardan Önemli Not: Yazıya görsel olarak özellikle sergi görsellerini koymadım. Hem merak duygusunu körüklemek hem de hayvanın temsili üzerine okuru benimle birlikte düşündürmek gibi bir amaç taşıyorum. Bu yazı önümüzdeki günlerde Sanatatak mekanında bu yazıda geçen sanatçılarla birlikte yapmayı planladığım hayvanlı konuşma’nın da ön hazırlığı olarak düşünülebilir. Sergi sona erdiğinde yazının görselleri sergi görselleriyle değiş tokuş edilecektir.