A password will be e-mailed to you.

“Savaşın başlangıcı sır olacak.” diyor bize Jenny Holzer eserlerinin birinde. Büyük anlatılar ve komplo teorileri bizi hep büyük ve katı nedenlerin peşinden koşmaya itti büyük oranda sorunlarımıza çözüm ararken. Peki ayrıntının ve küçük bir değişimin yarattığı devrim gerçekleşen en büyük devrim ise? Michel Serres’in 2007 yılında İNRİA’da( Institut national de recherche en informatique et en automatique/ Ulusal enformatik ve otomatik araştırmalar enstitüsü) verdiği bu konferans teknolojinin nasıl bir devrim olduğunu anlatıyor bize. Henüz 2007 yılında Wall Street ve Avrupa’daki occupy eylemlerinden, Arap baharına ve Ortadoğudaki savaş ortamının gizli nedenine dair bir açıklama da barındırıyor bu konferans bana göre. Teknolojiyle değişen insan olma “durumu” aynı zamanda alışkanlıklardan hukuka, hukuktan politikaya kökensel bir dönüşümün yaşanmasına da neden oluyor. Kuşkusuz yaşayan, sessiz, etkin ve yıkıcı bir devrim bu! Teknoloji her şeyi dönüştürüyor, peki bunu nasıl yapıyor? Buyrun, Michel Serres anlatıyor bunu:

 

YENİ TEKNOLOJİLER: KÜLTÜREL VE BİLİŞSEL DEVRİM

Hazırlık sınıflarındayken, mutlaka çömezlerin en iyilerle yer değiştirip çömezliklerini sergilemek zorunda kaldıkları bir “tersine” gün olurdu. Ve bu günler asla sınıfın en kötülerinin sınıfın en iyilerine ve en azından öğretmene matematik anlatabilmiş olarak bitirebildikleri günler olmazdı.

Sevgili arkadaşlar, bu da öyle bir gün.

Hiçbir zaman, bu yaşımda, ülkenin bu konudaki en iyi uzmanlarına yeni teknolojileri anlatacağımı düşünemezdim. Sanıyorum bu süre boyunca çok kötü dakikalar geçireceksiniz. Bilgiyi almayan, biriktirmeyen, işlemeyen ve dışarıya vermeyen hiçbir canlı varlık bilmiyorum. Bu dört karakter canlılar için öylesine belirleyici ki hayatı dahi bu biçimde tanımlama eğilimindeyizdir. Hayatı tanımlamak için canılılardan fazlası söz konusu olduğundan, bilgiyi almayan, biriktirmeyen, işlemeyen ve dışarı vermeyen hiç bir nesne de bilmiyorum. Sonuçta bu dört unsur dünyada yer alan tüm canlı ya da cansız nesnelerin karakteristik özelliği.

Pozitif bilimler uzun zaman boyunca katı bir yaklaşımla güç ve enerji üzerine odaklandıktan sonra yakın zamandan beri “ılımlı” diyebileceğimiz bir yaklaşımla başka şeyler üzerine de konuşmaya başladılar. Şunu demek istiyorum, bilgiyi almayan, biriktirmeyen, işlemeyen ve dışarıya vermeyen hiçbir insan toplumu da bilmiyorum. Son zamanlarda, bilgiyi alan, biriktiren, işleyen ve dışarıya veren bir araç icat ettiğimiz – bilgisayardan söz ediyorum- günden beri bu araç evrensel bir araç olarak pozitif bilimlerle insani bilimler için kuşkusuz belirleyici bir araç oldu. Evrensel bu araç diyorum, çünkü bu dünyada yer alan tüm varlıkların sözünü ettiğim bu dört davranışlarını taklit ediyor. Kültürel ya da bilişsel devrim her şeyden önce pratik bir değişim anlamına gelir. Önceleri olsa bir dükkana girdiğimde dış görünüşlerine göre ya da bedenlerinin pozisyonlarına göre orada bulunan kimselerin mesleklerini tahmin edebilirdim. Elinde örsünü sallayan deri önlüklü birini gördüğümde onun bir demirci olduğunu söyleyebilirdim. Bugün ise gördüğüm, nereye gidersem gideyim, ekranları üzerine eğilmiş dolayısıyla da mesleklerini tahmin etmenin mümkün olmadığı insanlar… Evrensellik de yeni bir tanım buluyor. Devrim, sonuç itibariyle meslekler üzerinde pratik ve diller üzerinde kültürel bir değişim gerektirir. Gerçekten de, Académie Française sözlüğünün eski basımlarıyla bu günkü basımları arasında yaklaşık 20.000 kelimelik bir fark var. Böylesine bir değişim şimdiye dek hiçbir dilde var olmamıştı, ve bu kelimelerin büyük bir çoğunluğu bilim ve meslek kelimeleri.

Bu devrimi, şimdi, karşınızda üç farklı boyutuyla sesli düşüneceğim.

İlkin, onu zamanda betimleyeceğim sonra mekanda ve son olarak da bu yeni teknolojileri kullanan bireyler üzerine odaklanacağım.

1) Zaman

Bu dört karakterden söz ederken aklımda bir taşıyıcı/mesaj birlikteliği vardı. Bu birlikteliğin izlediği tarihsel bir süreç var ve şimdi ben buna daha yakından bakarken sizden bana eşlik etmenizi istiyeceğim. Oral dönemde, Freud’un değil, dilbilimcilerin kullandığı anlamda, insan bedeni ve beyni bir taşıyıcı işlevi görüyordu. Çekme, biriktirme ve işleme işlevlerini beden, hafıza ve ses yerine getiriyordu. Biraz hızlanıp şimdi de yazının bulunmasıyla geçekleşen devrimin tarihi -millattan önce bin yılın başlarına gidelim. Hayvan derisi, papirüs ya da kağıtta, yazı sözün insan bedeni dışındaki ilk taşıyıcısı oldu. Şu da alabildiğine açık ki ne zaman taşıyıcı/mesaj birlikteliği bir değişim geçirir, tüm bir medeniyetimiz de değişim geçirir. Bu bağlamda, yazının bulunması beraberinde çok sayıda büyük değişim getirdi:

• Devletin icadına götüren sağlam yazılı kanunlar (Hammurabi Yasaları) sayesinde şehirlerin yapılanması ve düzenlenmesi mümkün oldu.

• Bir taşıyıcı olarak bronz ya da bakır üzerine bir takım değerler yazılmasıyla paranın icadı değiş tokuşun karmaşasına karşı ticaretin kolaylığını sağladı.

• Yazının kızı olarak geometri doğdu.

• Kitabı olan tek tanrılı dinlerin gelişi çok tanrılı dinlerin dünyasında bir gök gürültüsü yankısı yaptı.

• Son olarak, yazının diğer bir kızı olarak pedagoji de doğdu, çünkü budan böyle her eğitmen artık ezbere bilmeye ihtiyaç duyduğu metinleri kaydedebileceği ve çocuklara miras bırakabileceği araçlara sahip oldu.

Bu izgeleri önünüze serdiğinizde ve medeniyetimizin doğrudan yazının kızı olduğunu fark edeceksiniz. Oldukça belirgindir bu devrimin izgeleri. Öylesine güçlü ve önemli ki bu, ikibin yıl sonra taşıyıcı/mesaj birlikteliğine bağlı ikinci devrim – 15. YY dolaylarında matbaanın bulunması – yaşandığında buna benzer bir süreç tekrar etti. Matbaanın bulunması anından itibaren bu teknolojiye bağlı oluşan devrim az önce açıkladığım birinci devrimle tümüyle aynı etkiyi yaparak yeni bir süreç yarattı. Bu dönemde Venedik bir “dünya şehri” oldu ve çok sayıda değişim yeniden tarihe müdahil oldu:

• Çekin, bankanın ve muhasebe işlemlerinin icadı ticareti alt üst etti.

• Kapitalizm bu dönem süresince doğdu.

• Baskı teknikleri açık bir şekilde Antik Yunan’ın soyut bilime karşı deneyselliğe dayanan modern bilimin doğmasını sağladı.

• Diğer taraftan Luther’in “Elinde İncil olan herkes artık bir Papa’dır” demesiyle dinler için başlayan çok büyük bir kriz görüldü. İncil’in basılıp çoğaltılması hiçbir yapılanmış otoriteye bağlı kalmaksızın özgür bir şekilde herkesin kendine doğru dönmesi için bir araç oldu.

• Bu özgürlük hemen sonra politik alanın sorunlarına yönelip modern biçimiyle demokrasinin doğuşunu da beraberinde getirdi. Böylece, taşıyıcı/mesaj birlikteliğinin bu devriminde de kültür ve medeniyet için bütünü kapsayan kökten bir dönüşüm gördük yeniden.

Bunlardan sonuç çok basit çıkaracağım: Bu gün yeniden taşıyıcı/mesaj birlikteliğinin yarattığı bir devrimin çağdaşlarıyız ve etrafımızda gördüğümüz tümüyle aynı tip devrimin süreci.

• Küreselleşme artık nihayi evresinde.

• Paranın ve ticaretin dönüşümü elektronik ortamda değişen kurlar üzerinden yaşanıyor.

• Bilimsel devrim dikkate değer. Bir bilim profesörü kendisinin o sınavlara girdiğinde %70 oranında var olmayan bilgiler öğretiyor öğrencilerine bu gün.

• Mevcut pedagoji krizinin çözülebilmesi de oldukça zor görünüyor.

• Dinlerin bu gün yaşadıkları krizler üzerine pek bir şey söylemeye aslında gerek yok, gazeteler on yıldan bu yana bunun haberleriyle dolu.

Sonuç olarak, bugün içinde yaşadığımız dünya az önce belirttiğim taşıyıcı/mesaj ikilisinin izlediği yol üzerinden bir yön belirliyor. Bu her üç devrimde de aynı tip izleği görürüyoruz. Okullarda, buhar makinesi keşfi örneklerini baz alarak, sanayi ya da iktisadi devrim gibi büyük devrimlerin “katı” ile ilgili olduğunu öğrendik. “Katı” devrimlerin ve “yumuşak” devrimlerin yarattıkları dönüşümleri karşılaştırdığımızda “yumuşak” devrimlerin yarattığı dönüşümlerin daha ezici olduğunu görürüz. Medeniyetler en büyük dönüşümlerini bilginin müdahil olmasıyla tümüyle yeni bir biçim alarak gerçekleştirirler.

Bugün, belki henüz içinde yaşadığımız zamanın tanık olduğu sıradışı dönüşümün yeterince bilincinde değiliz.

 

2) Mekan ya da Adres

Eğer bana adresimi sorarsanız, size ev adresimi söylerim. Bu adres verili ve bildik noktaları işaret eden öklidyen, kartezyen evreni referans alır. Bu, içinde yaşadığımız evrendir ne var ki şimdi size göstereceğim gibi bu artık terk etmiş olduğumuz bir evrendir. Bu evren, ağları(kordinatlar, havayolları ve karayolları vb.) olan bir evrendi. Bu ağlar çok uzun zamandan beri var olduklarından, bu ağların evrenine eskinin evreni de diyebiliriz. Peki bugün öyle ise hangi evrende yaşıyoruz? Aslında, bana tekrar adresimi sorarsanız, size az önce söylemiş olduğum adrese sadece hızla toplayıp çöp kutusuna attığım reklamlardan başka bir şey almadığım cevabını veririm. Bu yer artık benim, bilgiyi alıp, biriktirip, işleyip dışarıya verdiğim bir mekan değil. Bu işlevleri yerine getirsinler diye daha çok cep telefonu numaramı ve elektronik posta adresimi kullanıyorum. Bu iki adresim ise artık yukarıda belirttiğim evreni referans almıyorlar. Sıkılıkla dendiği gibi aslında yeni teknolojiler uzağı yakın etmedi. Gerçekte bizi bir evrenden başka bir evrene taşıdı; öklidyen, kartezyen bir evrenden uzaklığın yeniden tanımladığı bir topolijinin evrenine taşıdı. İzninizle, mekandaki bu önemli değişimin kültürel sonuçları üzerine odaklanmak istiyorum. Az önce verili noktaların atıfta bulunduğu evrenden söz ettim. Bu noktalar genel olarak topla(n)ma noktalarıydı.

Yıllarca süren yolculuğumda Büyük Kütüphane’nin dört kulesinin dikilişine tanıklık ettim. Ama bugün üzüntüyle görüyorum ki bir dönem boyunca binlerce kitap topladığımız bu yerlerin sunduğu metinlerin herhangi birisini tek bir arama motoru da sunabiliyor. Topla(n)ma yerlerinin verili noktalarına ihtiyacımız yok artık. Gerçekten de bugün evimden dahi hiç çıkmayabilirdim. Burada toplanmak yerine bir e-konferans da yapabilirdik. Yaşadığımız evreni değiştirdiğimizi gösteren diğer bir kültürel sonuç da hukuk alanında beliriyor. Adres kelimesi “ad” öneği ve yön ya da mesafeyi belirten “directus” – bu aynı zamanda hukuk anlamına gelen “rectus” kelimesini de barındırır- kelimlesinden oluşur.

Sözünü etmiş olduğum evren yasal, hukuki bir evrendi. Öyle ki adresinizi söylemek için “133, République Meydan’ı” dediğinizde vergi memuruna size gelip devlete borçlu olduğunuzu söyleyebilmesi için bir yer bildirmiş olursunuz. Bu hukuki evren aynı zamanda politik bir evrendir, çünkü “rectus” sözcüğü içinde “rex” yani “Kral” sözcüğünü de bulundurur.

Sonuç itibariyle, askerlik görevinizi yapmamışsanız ya da bir suç işlemişseniz jandarma adresinizin yolunu tutup sizi askere göndermek ya da hapse tıkmak için kapınız çalabilir. Kuşkusuz bir hukuk evreninde yaşıyoruz. Bir evreni değiştirmek aynı zamanda hukuku ve politikayı da değiştirmek anlamına gelir. Aynı şekilde bir evreni değiştirmemiz, belki kendimizi hukuğun olmadığı bir evrende bulmamız ile de sonuçlanabilir. Gerçekten de tuval ve daha bir çok üzerinde çalıştığınız evren aslında hukukun olmadığı birer alandır. Bir alanın hukuğunu başka bir alana taşımak ise neredeyse imkansızdır. Ortaçağda, zabıtalar giremediği için ormanlar kanun kaçaklarının saklandığı hukuğun olmadığı alanlardı. Ve bunun bir sonucu olarak dürüst insanlar bu tür alanlardan geçmekte zorlanırlardı. Güzel bir günde, bununla birlikte, cesur seyyahlar ormana girdiklerinde tüm hırsızların yeşil ceketler giyip Robin Hood adında birinin emrinde olduklarını anladılar- hikayeyi biliyorsunuz. Robin Hood, ormanda, yani kralın olmadığı bir yerde hakim kıyafetini giyen biri anlamına gelir. Böylece yeni hukuku temsil eder o. Yeni teknolojilerimiz çerçevesinde bu metafor özellikle bu evrenin içinden kesinlikle yeni bir hukuk doğmasını gerekli kılıyor. Bildiğimiz bütün hukuklar da bu şekilde doğdu, Roma hukuku dahil. Evrenin değiştirmesi hem hukuk hem de politika alanına dokunan büyük kültürel etkiler meydana getirdi.

Hızlı bir şekilde, politikanın nasıl değiştiğini göstermek için Belçikalı bir kadının methiyesini yapmak istiyorum. Madam Houard ismindeki bu kadın, www.lepetition.be (www.dilekçe.be) sitesine yüklemeden önce kişisel blogunda ülkesinin bölünmesine ilişkin hüzünlü bir yazı kaleme aldı. Bir ay sonunda 103.000 imza toplandı ve kısa bir süre sonra da Brüksel’de 140.000 kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenledi. Bu durumu tüm bir hayatı boyuca 700.000 oy almak için uğraşan politikacıların durumuyla karşılaştırınca görüyoruz ki bu yeni yöntemin etkinliği oldukça çarpıcı. Yeni teknolojiler yeni bir hukuğu ve kuşkusuz yeni bir politikayı beraberinde getiriyor. Madam Houard, uzun zamandan beri benim beklediğim bir demokrasi baharının gelişini haber veren bir kırlangıç gibi. Kültürel devrim böylece hem hukuk, hem politika hem de alışkanlıklar çerçevesinde kendini gerçekleştiriyor.

3) İnsanlar, bilişsellik

Yeni teknolojilerin yaşam biçimlerimiz, özeliklle öğrenme biçimlerimiz üzerine etkisi olacak mı? Felsefe derslerinden öğrendiğimiz insan olma durumunun üç yetiden oluşuyor olduğuydu:

• Hafıza yetisi

• Hayal etme yetisi

• Akıl yetisi

Filozoflar anlama süreçlerini bu üç yetiyle açıklarlardı. Daha sonra bilişselciler( biyologlar, biyokimyacılar) bu üç aktivitenin tam olarak nasıl çalışığını anlamak için ileri atıldılar. Ben de sizin için bunun teknoloji temelinde bir analizini yapabilmek adına hafızayı ele alacağım. Oral dönemde, “ozan” dediğimiz Yunan hikaye anlatıcıların şarkılarını dinemek için akşamları bir araya gelinirdi. O dönemde onların takdire şayan bir hafızaları vardı, yaklaşık 5.000 mısralık Odysseia mesela destanını aktarma kapasitesine sahiptiler. Bu hafızanın üzerinde mükemmel bir şekilde tanıyabileceğimiz gelenekler mevcut. Platon’un diyalogları neredeyse sistematik olarak o an meydan geçerken bir arkadaşını tanımasıyla başlar. O arkadaşına Platon, Sokrates’in öldüğü gün orada olduğunu duyduğunu söyler. Öteki onaylar bunu ve Sokrates’in savunmasını aktarmaya başlar. Diyalog böylece 245 sayfa boyunca Sokrates’in savunmasından tek bir virgül bile unutulmaksızın sürer gider.

Buradan anladığımız Yunan anlatıcılarının hafızalarının ne kadar güçlü olduğu. Bu hafıza kapasitesi matbaanın her tarafa yayılmasına kadar devam eder. Ortaçağ’da, Albert Legrand’ın kozmoloji derslerinin dinleyen öğrenciler yıllar sonrasında bile bu metinleri virgülü virgülüne aktarma kapasitesine sahiptiler. Yazının icadı ilk felaketi temsil eder. Platonculuk her şeyden önce, hiçbir şey yazmayıp yaşayan sözün övgüsünü yapmak isteyen Sokrates ile parşömen üzerinde yatan ölü sözün övgüsünü yapmak isteyen Platon arasındaki savaştır. Yazının icadı böylece, her sabah bir konferansta söylenenleri unutma korkusuyla notlarını almak zorunda olarak kendimize itiraf ettiğimiz, büyük bir hafıza kaybını işaret eder. Bu hafıza kaybı, matbaanın icadıyla Rönesans çağdaşlarının yaşadığı tümden bir hafıza kaybının yarattığı felaketle kıyaslanamaz bile. Bunun kanıtlarını “iyi biçimlenmiş bir kafa, dolu bir kafadan iyidir” diyen Montaigne’nin metinlerinde ileri sürüşünü görüyoruz. Bu, basitçe şu demek, o dönemde tüm dünyada sadece bir kaç tane kütüphane mevcut olduğundan, kendi disiplini üzerinde çalışmak isteyen o dönemin bir tarihçisi tüm bir kütüphaneyi ezbere bilmekten sıkıntı duyar. Matbaanın icadı ile ise sadece aranan kitabın nerede olduğunu bilmek yeter. Bu da hafıza için bir felaket. Sonuç olarak bugün tüm bir bilginin ekran üzerinde kullanılabilir hale gelmesiyle, bir hafızaya ihtiyacımız yok ve zaten artık böyle bir hafızamız da yok. Nasıl oluyor da peki insan beyninin temeli olduğunu düşündüğümüz bir yetinin tarihsel bir süreç içinde artık ortadan kayboluşuna tanıklık edebiliyoruz? Bu hafıza kaybının ne ifade ettiğini anlamak ve aynı zamanda ne kazandığımızı da anlamak amacıyla şimdi de “kaybetmek” kelimesinin analizini yapmaya çalışacağız. Bilişselin çerçevesinde kaybetmek ve kazanmanın arasındaki farkı açıklayabilmek için, yaşlı tarihöncesi profesörlerimden birinin “kaybetmenin” ne demek olduğu üzerine anlatıklarına dönmek isterim. Şöyle diyordu bu profesörüm, atalarımıza ait bir fonksiyonu kaybettiğimiz binlerce yıl süren bir olaya kadar biz hepimiz dört ayaklıydık. Böylece eli icat ederek yeni bir evrensel alet kazandık. Aynı zamanda ağız da elin yardımıyla tutma-yakalama foksiyonunu kaybetti ve ağız da kendi açısından sözün evrensel aracı oldu. Kaybetmiş olduğumuz verili fonksiyonlar bize konferansın başlarında söz ettiğim alete çok benzeyen evresel aletler kazanmamıza olanağını tanıdı.

Eğer hafızayı kaybetiysek, ne kazandık peki?

Tarihe geri dönecek olursak hemen fark edebiliriz ki Rönesans’ta tam olarak hafızayı kaybederek fizik bilimlerini icat edebildik. Hafıza kaybı bizi “hatırlamanın” ezici zorunluluğundan özgür kıldı ve nöronlarımızın yeni aktiviteler üzerine odaklanmasına olanak sağladı. İşte size kaybetmek ve kazanmak arasında varolabilecek fark: öğrenilecek alandan kaybetmek ve insan düzeni demek olan icat etmenin ve henüz tanımlanamamış olanın düzeninden kazanmak. “Kaybetmeyi” “kazanmakla” kurduğu ilişki üzerinden bettimlerseniz eğer, Fransızca’da “kaybetmek” fiili çok farklı bir anlama bürünür. İnsan bedenini kaybeden bir hayvandır. Her yeni bir alet icat ettiğimizde, organizma aletin içine yerleştirdiğimiz fonksiyonları kaybeder. Tekerleği icat etmek için örneğin, dönme eklemlerimizi dışsallaştırıp alete yerleştirmemiz yeterlidir. Sanıyorum hafıza kelimesi iki anlam içerir:

• Öznel anlam: hafızaya sahip olmak

• Nesnel anlam: bilgisayarın hafızası

Yazı ve matbaa birer hafızaydılar ve bugün bunlardan çok daha üstün bir hafıza söz konusu. Doğrusu öznel olarak hafızayı kaybettik ama o nesnel olarak kendisini aletin içine yerleştirdi. Bu olguya “tekniğin exo-darwinizmi” diyorum. Nesnelerin dışsallaştırılması ve bu nesnelerin bedenlerimizin yerine evrilmeleri söz konusu. Gördüğünüz gibi önceleri bir bilişsel yeti, hafıza olarak algıladığınız şey, verili ve daimi bir bilişsel yeti değil, mesaj taşıyıcısına bağlı. Yazı taşıyıcısı medeniyeti öylesine dönüştürdü ki oral dönemi tümüyle unuttuk. Matbaa taşıyıcısı da medeniyeti hiç görülmemiş bir biçimde tümüyle değiştirdi. Korkarım ki kültürel değişimimiz bir kez daha, genel olarak bilişsel diyebileceğimiz tüm bir öğrenme ve bilme biçimimiz, böyle bir değişim noktasında yer alıyor. Hafızaya odaklanak sizlere yapmış olduğum bu sunum açık bir şekilde hayal etme ve akıl üzerine de gerçekleştirilebilirdi. Bu sonuncusu için size kaynak olarak Gilles Dowek’ın akıl sorunun nasıl çok sayıda bin yıl boyunca inanılmaz bir şekilde evrilip biçimlendiğini gösterdiği Les métamorphoses du calcul (Hesabın metamorfozları) kitabını öneririm oradada bilişselin derin dönüşümünü göreceksiniz. Bu kitap zaten benim aracılığımla Academie Française’in Felsefe Büyük Ödülü’nü kazanmıştı. Görüyorsunuz ki İNRİA zaten şu an size konuşandan daha iyi filozoflar barındırıyor.

Bitirirken, size yetilerden genel olarak söz etmek isterim. Bir zamanlar, tarihte Lutèce diye bir şehir varmış. Hz. İsa’dan iki yüzyıl sonra, Roma imparatoru tüm ilk hristiyanların tüm Roma topraklarında idam edilmesi ve katledilmesi buyruğunu verdi. Hristiyanlık ise Lutèce’de birinci yüzyıldan beri vardı, bir gece, ilk hristiyanlar Denis adında bir psikoposu seçmek için bir salonda toplandılar. Roma lejyonlarının onları tutuklayıp hapse attığı korkunç zamanlarda oraya sığınırlardı. Psikopos Denis’i saygı ve sevgiyle dinlerken onlar, dram patlak verdi. Roma askeleri kapı ve pencereleri uçurarak salona girdi ve başlarında bulunan yüzbaşı platforma çıkarak Denis’in başını gövdesinden ayırdı. Tüm salon şaşkınlık, korku ve kaygıyla titrerken Denis’in başı yerde yuvarlandı. Tam da o anda ama bir mucize gerçekleşti. Denis yerden kalktı, Roma askerleri Aziz Denis mucizesi denen bu olaydan dehşete kapılıp kaçışırken, başını elleri arasına alarak onu müritlerine doğru uzattı. Konuşmamı bitireceğim hikaye bu.

Sabah bilgisayarlarınızın başında oturduğunuzda, yüz yüze geldiğiniz sizin başınızdı tıpkı Aziz Denis’in başı gibi. Doğrusu, size sözünü ettiğim yetiler başınızın içindeler: hafıza, hayal gücü, akıl, başınız olmadan gerçekleştiremeyeceğiniz opresyonların uygulama merkezleri. Diğer taraftan başınız artık nesneleşti; kaybettiniz başınızı. Musil’in romanının parodisini yaparak modern insan için “yetisiz insan” diyeceğim. Yetilerinizi kaybettiniz, ama hepsi tam da karşınızda duruyor.

Ne var ki, hala ortada duran belirleyici bir soru var: peki gövdenizin üzerinde size ne kaldı? Bonnat, Aziz Denis mucizesi temsilinde psikoposun gövdesi üzerine saydam ve hafifçe kaynaşan bir ışık yerleştirdi. Konuşmayı felaket niteliğinde şu cümle ile bitireceğim: yeni teknolojiler bizi zeki olmaya mahkum etti. Yeni teknolojiler karşımızda durup artık bilgiye doğrudan sahip olduğundan bizler yaratıcı, zeki ve saydam olmaya mahkum olduk. Bize tüm kalan artık icat etmek. Yeni teknolojiler eski kafalar için yıkıcı ama yeni nesiller için coşku dolu çünkü entelektüel çalışma tıpkı bu güne değin olduğu gibi kendini tekrar eden değil, zeki olmak zorunda.

Teşekkürler.

Daha fazla yazı yok
2024-12-22 14:25:52