A password will be e-mailed to you.

"We don’t need no education!"

Orhan Pamuk’un, YKY Doğan Kardeş serisinden çıkan Ben Bir Ağacım kitabında,  yayınlanmış eserlerinden yapılan seçmelerin yanı sıra, 2014’te yayınlanacak son romanı Kafamda Bir Tuhaflık’tan bir bölüm de var:  “Mevlut’un Ortaokul Yılları”, kitaptaki “Seçme Parçalar”dan biri olan bölüm, malum; Pamuk’la aynı liseden mezun olan ünlü isimlerin edebiyat derslerinin içeriğine ilişkin tartışmaları başlattı. Tartışmaya katılan yazarlar “Okuldan edebiyat anlamında hiçbir şey almadım” diyen Orhan Pamuk ile aynı görüşte olmadıklarını belirterek, -mealen- şöyle dediler: “Robert Lisesi, diğer konularda olduğu gibi, edebiyat derslerinde de öğrencisine çok şey katan bir kurumdu-r!”

Duttepe Atatürk Erkek Lisesi öğrencilerinden 1019 Mevlut’un öyküsü, Türkiye’nin orta ve lise öğretimine ilişkin geniş çapta bir sorgulamayı tetikleyecek içerikte. Metni okuduktan sonra, lisede aynı sınıfı paylaştığım bir arkadaşımla “belleğimizin bahçesinde” gezindik. Öfkenin ağır bastığı sohbetimizden satır başları aktarmak isterim:

– Sınıflar ne kadar kalabalıktı! Aynı sırada iki kişi -bile- oturduğumuzu hiç hatırlamıyorum. Cam-kapı açılmaz tabii. Zira malum: “Cereyan yapıyor!”  Dolayısıyla evet, Mevlut’un okulu kadar olmasa da o ağır ve bunaltıcı hava  gün gibi  aklımda. Kışın paltolar da sınıfa asılırdı hatta, şimdi aklıma geldi!

– Efsane İsmet’i hatırlıyorsun diy mi? Hani o, Nazi Subayı kılıklı kadını. Koridorun ucunda göründü mü, kızların bucak bucak kaçtığı… Hiçbir kusurun olmasa da göz göze gelmek bile başlı başına bir meydan okuma gibi algılanıyordu, dolayısıyla: Adlı adınca olmasa da… reel anlamda, yasaktı! 

– Matematikçi seni mi dövmüştü sınıfta, başka biri miydi o? Ama öyle iki tokat -bile?-  değil, basbayağı girişerek: Diz kemiğiyle bilek arasındaki bölgeye ayakkabı ucuyla! Dakikalarca. Sınıfta çıt yok! “Hava kurşun gibi ağır!”

– Sözün şiddeti de çok ağırdı. Mütemadiyen aşağılayarak, istikbaldeki muhtemel iyi ve güzel tüm kapıları erkenden kapatacak şekilde ve tabii kız okulu olmasının getirdiği “kolaylıkla!” her türden hakaret içeren konuşmanın mutlaka “koca bulma” meselesine bağlanması mesela…

– Benim ezberim mükemmeldi! Bir ara işi öyle azıtmıştım ki, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi… zaten… Allahın emri de… en son çaresizlikten matematik problemlerini tek tek ezberlediğimi hatırlıyorum. Ama sakın ha, sözü aruz’a getirme! O ne belaydı öyle be!

– Ben kasadan atlayamadığım için beden den “ikmale” kalmıştım… ki, bilirsin yolda düz yürümeyi zor beceririm. O gün, okulun bahçesine kurulmuş kasadan “Tanrı’nın eli” sayesinde atladım da, canımı kurtardım! Şükür.

– O zamanlar tabu olan bir meseleyi, seninle yıllar sonra konuşabildik. Din dersindeki vaziyetini  anlatmıştın bana.. hatırlıyorsun diy mi? Evde yaşananın tam tersi bir sistemin içinde, abdest almayı, namaz kılmayı… -mecburen-  öğrenirken kendine nasıl yabancılaştığını ve bu konuya ilişkin başka şeyleri…Neyse.. hadi geçelim bunu… Öfken büyüyor… 

– Her 10 Kasım mutlaka hadise çıkardı. Şiirler okunup, konuşmalar yapılırken ve tabii en önemlisi saygı duruşunda, gizli gizli gülmekten yüzü kıpkırmızı olan kızların tören bittikten sonra “idareye” sevki bütün gün konuşulurdu.

– Sen de ben de, pek öyle süslü püslü kızlar değildik ama, bu saç -makyaj- mini etek üçlüsünün nasıl düşmanca bir tutumla cezalandırıldığını hatırlıyoruz diy mi? Her kapıda ayrı kontrol, her kontrolde birbirinden veciz hakaret ve tehditlerle ayrı sıraya sokulan cezalılar, İsmet’in ve o gibi birkaçının daha,  bizzat ellerinde makas, saçlara yapışması: Okul burası! Yok öyle yağma!

– Bütün kompozisyon sınavlarında, beş sıra öteden bile fısıl fısıl… “bi başlangıç cümlesi söyleyiversen.. arkasını getiririm ben” diye yalvaran kızları hatırladıkça.. gözlerim doluyor, aynı eziyeti matematik ve kimya dersinde yaşayan biri olarak…  ve bak bir de neyi hatırladım ki;  şaşkınlığım ve korkum hala taptaze aklımda. Edebiyat hocam gözümün içine bakarak, çemkiriyor: “Senden hiçbir şey olmaz!” Off ki of! Çünkü neden? Yaş, anca 15, bilemedin 16.

– Unutmadan: Önlük meselesi de var… Siyah.  Ne dar, ne bol, ne uzun, ne  kısa… Yetmez: Boyunda, sadece varlığıyla bile insanı -hele o yaşta- küçük düşüren,  pötikareli, adına ‘yaka’ denen bir acaip şey! Kravat gibi, kurdele gibi, bebe yaka gibi, hiçbiri gibi?!  Ayakkabı desen.. o da ayrı bir dert ve sektörün bu kadar uçup kaçmadığı, çeşitlenmediği bir dönem yani seçenek zaten çok kısıtlı olduğundan bütün “delici bakışlar” topuk boyunda! Ana ve tartışılmaz kural ise elbette burada da geçerli: Orta!

– Şimdi düşününce… nasıl da “her şey ortada!” Zarf da mazruf da, ne kadar silik, sıradan, iddiasız olursa, o kadar makbul ve elbette bütün uğraş şunun için. Kazara, “başka türlü bir şey!” girmiş olsa bile vakti zamanında o kocaman, demirli hapishane kapısından evvelallah ilk iş, o “arızayı” yontup, törpüleyip sistem içi kıvama getirmek. “Sistem içi kıvam”: Soru sorma. Cevap bekleme. Sana verilenle yetin. Her halinle, her şeklinle “yönetilebilir” ol! Vazifen, yalnızca dersleri değil, şu âlemdeki her şeyi ezberlemektir. Ezber yaşa, ecelin gelince ezbere öl! 

– Neyse… Bu sohbet bitmez de… Hiç mi iyi bir şey yoktu, “duvardan”   arda kalan? Biraz da onlardan konuşalım…  “Enseyi karartmadan”… Ne dersin?.. 

– ???


Yazının Notları:

1 – Okuldan bütün hücreleriyle  nefret edenlerdenim. 1019 Mevlut,  828 ve 1743 No’lu cehennem yıllarımın ateşini rüzgârladı!   Arkadaş sohbetinin sonunda, kafamda öyle bir tuhaflık oluştu ki… sormayın gitsin! Üstelik, aradan geçen bunca seneye rağmen…
 

2 – Mevlut, okuldan kalan zamanlarda babasıyla İstanbul’un sokaklarında yoğurt satıyor. Tanpınar,  İstanbul’un satıcılarının bazen aynı sokaktan geçerken sesleriyle bir “orman” oluşturduğunu yazar. Mevlut,  “yoğurtçu” diye bağırmaktan utanırken, babası işinin ehli ve bir Tanpınar metaforu olan  “Ses Ormanı”na katkı yapan Orhan Pamuk kahramanı olarak karşımızda.

3 – Orhan Pamuk, Ben Bir Ağacım başlıklı kitabına Kara Kitap’tan 5 bölüm almış. “Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman” hiç kuşku yok, parçalardan en kuvvetli olanı. Kara Kitap’tan tercihim, ek olarak;  “Şehzadenin Hikâyesi” ve “Kardeşim Benim” başlıklı bölümler.


4 – Pamuk, Benim Adım Kırmızı’dan ise 4 seçim yapmış. Kitaba adını veren “Ben Bir Ağacım” etkileyici bir metin ama “Muhteşem Kırmızı”dan ‘ben olsam’ seçeceğim parça,  kesinlikle, “Ben, Köpek”… Yanı sıra;  Şeküre’nin olduğu bütün bölümler. 

5 – Öteki Renkler’den alınan, “Okula Gitmeyeceğim.” Lakin herkes bilir ki, Öteki Renkler’de bulunan metinlerden  “Pencereden Bakmak” olağanüstü güzel ve mutlaka anılması gereken bir hikâye-dir.


6 – Yazar, Kar’dan “Katil ile Maktül Arasında İlk ve Son Konuşma” başlıklı metni seçmiş. Bu metnin en önemli özelliği; kurgusuyla Hrant Dink Cinayetine neredeyse birebir gönderme yapması.1999-2001 yılları arasında yazılan bir romanın -kurgunun- 2007 yılında işlenecek bir cinayeti -realiteyi-  “hatırla-t-ması” neyin alametidir? Yorumu okura bırakarak,  Kar’dan favori metnimi belirtmek isterim:  “Kayıp Yeşil Defter”

7 – Orhan Pamuk, İstanbul – Hatıralar ve Şehir’den “Annem, Babam ve Kaybolmaları”nı almış.  Kitaptan tercihim: “Babannem” başlıklı bölüm -Pamuk’un babaannesi rahmetli annemin neredeyse kopyası!-


8 – OP külliyatını baştan sona defalarca okumuş birisi olarak, önümde açtığı “pencereler”  için kendisine teşekkür borçluyum. Bu noktada şunu da eklemek isterim: Açılan her “pencere” kapandığında, mutlaka bir fincan gözyaşı birikmiş oluyor. Yazarın kalemindeki ince mizah herkesin malumu,  lakin Orhan Pamuk eserlerinde duygu babında baskın öge, hiç kuşku yok: Keder! Ben Bir Ağacım kitabını,  Masumiyet Müzesi’nin satış mağazasından aldım. Müze seyahati, kitaplarla aynı döngüde gerçekleşti: Âleme açılan büyük “pencere”, oradan bir süre merakla ve mutlu mesut bakış, dünyanın bilgisi… ve… final: Çatı katındaki Kemal Basmacı’nın odasında,  malum duvar yazısı eşliğinde,  bir avuç gözyaşı!

9 – Son not, bu vesileyle MM’ne ilişkin olsun. Müze, İstanbul’un orta yerinde mücevher misali. Şehir malum,  özel durumu itibariyle daha çok kendisinden pay alınan noktada. İstanbul’a bir şey-ler katmak kolay değil.  Orhan Pamuk, -yine- zor olanı başarıp, eserlerine ilham veren İstanbul’u emeğiyle zenginleştirmiş.  2006 yılındaki Nobel Edebiyat Ödülü yayınını izlerken, o zamanlar 9 yaşında olan oğluma “Onlarca yıl evlere odalara kapanıp çalışmış olmanın ödülü alınıyor, not et  bunu..” demiştim. MM’nden ayrılırken, aldığı Nobel’den çok daha değerli olanı yaşadığı şehre veren emek gözümü kamaştırdı. Saygımı, sevgimi çoğalttı.  Müze çalışanlarının başta yönetici Esra Hanım olmak üzere,  zarif ve profesyonel tavrı- tarzı da… işin cabası elbet.

10 – Soruyla bitirelim:

a- Kafamda Bir Tuhaflık’ta cüce olacak mı yine?
b- İnsan,  ille de sokak arasında, gece vakti, yanında ana-babası, arkadaşı, yakınları yani;  “hazır” kes kimsesi yokken sopalarla öldürülmüyor. Katletmenin bir başka -sinsi, planlanmış ve göz önünde ve türlü çeşitli yan faktörle meşrulaştırılmış- şekli şu: Adına “eğitim” denen bir “mezbelelik” var. Orada, çocukların aklı, zekâsı, cesareti, hayalleri, bütün iyi ve masum niyetleri… budanıyor. Sonra da… -ceset- kapı önüne bırakılıyor. Katil-ler malum! Fakat esas dert şu: İstisnadan medet ummayan uzmanlar bu işin bilançosunu çıkarsın isterim. Bu vaziyet,  bu memlekette nelere mâl olmuştur?

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 17:27:05