Nietzsche’nin yazdığı bazı fragmanlarda ortaya çıkan ve filozofun actio in distans tutkusunu kanıtlayan ayrıntılara pek girmeyeceğim ama burada altını çizmek istediğim şey, uzaktan etki konusunun düşmekle ilgili herhangi bir tartışmada düşme, düşebilme eylemlerini komplikasyona uğratarak, her düşüşün bir ayakta kalma mücadelesi olduğunu savunmak olacak.
Nietzsche’nin yazdığı bazı fragmanlarda ortaya çıkan ve filozofun actio in distans tutkusunu kanıtlayan ayrıntılara pek girmeyeceğim ama burada altını çizmek istediğim şey, uzaktan etki konusunun düşmekle ilgili herhangi bir tartışmada düşme, düşebilme eylemlerini komplikasyona uğratarak, her düşüşün bir ayakta kalma mücadelesi olduğunu savunmak olacak.
Nietzsche’nin yer çekiminin insanlığın en büyük düşmanı olduğunu ilan etmesinin üstünden yaklaşık yüz otuz yıl geçmiş ama Zerdüşt’ün bu saptayımı insanları hala bedenden vazgeçip Platocu anlamda ruha yöneltmeye, mezara çekmeye devam ediyor. Nietzsche’nin çağdaşlığı günümüzde ruhani varoluş biçimlerinin, bilhassa Regan ve Thatcher ikilisinin 80’lerden bu yana hızla devreye soktuğu metafizik yaşam biçimlerinin yükselişi karşısında hala sımsıkı bir eleştiri, direnç noktası olarak yerini korumasında yatıyor. Zerdüşt’ün yer çekimine olan nefreti "Üstün İnsan"a yükselebilmesinin önünü kesmesi ya da metafiziğe sırtını dönmesini engellemesinden kaynaklanıyordu. Kitabın sonunda ise Zerdüşt bütün engelleri aşarak Caspar David Friedrich’in Sisler Denizi Üstünde Gezgin adlı tablosunda olduğu gibi bir daha geri bakmamak üzere zirveye ulaşıyordu.
Çok daha sonra Derrida’dan öğrenecektik ki gerek Nietzsche, gerek Heidegger’in Nietzsche okumalarının aksine bu dünyada metafizikten kurtulmak mümkün değildi. Ya da Derrida gibi söyleyecek olursak metafizik, düşüncenin temelini kuruyordu belki ama yapıçözümcü eylem bu temeli temelleştirmeden ilerleme pratiğiydi. Nietzsche’nin aksine, elimizdeki balonun ipini kesmeden, yer çekiminden kurtulmaktan çok onunla mücadele etme pratiği.
Ancak çoğu Nietzsche okumalarında unutulan öyle bir nokta var ki Zerdüşt’tekinin aksine bizi yer çekiminden kurtulma gailesinden ve Derrida eleştirisinden de daha ötelere götürebilir: Actio in distans. Klasik fizikte iki parçacık arasındaki ilişki üzerlerinde etki gösterdiği düşünülen kuvvet alanlarıyla düzenlenir. Herhangi iki parçacığın birbirine çarpması, hareket etmesi, ya da düşmesi bu farklı kuvvet alanlarının birbiri üstüne uyguladığı etki ile ilgilidir. Kuvvet yoksa ne ilişki ne de hareket vardır. Newton fiziğinin ve Newton tarafından formülize edilen yerçekimi kuvvetinin temelinde yatan bu tanımın dışında kalan bir başka çekim gücü daha vardı ki birbirinden, örneğin, güneş ile dünya kadar uzak mesafelerde duran cisimler için geçerliydi. Bir başka deyişle, actio in distans, aralarında inanılmaz mesafeler bulunan iki cismin birbirini etkilemesine verilen isimdi ve nesnel bir şekilde tanımlanamayan, yalnızca sonuçları aracılığıyla görünürlük kazanan bir fenomendi. Bu durum Newton’un her defasında sinirlerini bozmuş ve actio in distans‘ı bir safsata olarak yorumlamasına yol açmıştı. Bunun nedeni ise şöyleydi ki eğer iki cisim matematiksel olarak kanıtlamayan bir kuvvet aracılığıyla birbirini etkileyebilyorsa, o zaman Newton’un tanımladığı yer çekimi kuvvetinin ampirik olarak gözlenemezliği daha da çok ortaya çıkıyor ve bu kuvvetin matematiksel bir soyutlamadan ibaret olduğu görünür hale geliyordu.
Nietzsche’nin yazdığı bazı fragmanlarda ortaya çıkan ve filozofun actio in distans tutkusunu kanıtlayan ayrıntılara pek girmeyeceğim ama burada altını çizmek istediğim şey, uzaktan etki konusunun düşmekle ilgili herhangi bir tartışmada düşme, düşebilme eylemlerini komplikasyona uğratarak, her düşüşün bir ayakta kalma mücadelesi olduğunu savunmak olacak.
Bir başka deyişle, eğer Newtonvari matematiksel formalitelerin bir soyutlamadan ibaret olduğuna kanaat getirebilirsek ve yakın/uzak fark etmez, birbiriyle etkileşime giren her cismin Democritus/Newton çizgisinden çok Lucretius anlamında, bir clinamen – yani atomların içinde varolup keyfi davranarak cisimleri harekete geçiren birimler – aracılığıyla harekete geçtiğini düşünebilirsek, her çarpışmanın, her düşüşün cisimlerin istem gücü dışında gerçekleşmeyen, arzu üretim makinalarının sonucu oluştuğunu görebiliriz. Newton’un yer çekimi kuvveti bir soyutlamaysa, neden uzaktan etki konusunda tersine bir metafizikle çalışan ve ampirik olarak tespit edilemeyen etkileşimleri varsaymayalım? Bu ne işe yarar? Düşüşün bir neşelenme sonucu oluştuğunu fark etmemize ve düşme denilen hareket biçiminin
formüle gelmez iki kuvvetin birbirini çekmesi, metafiziğin içinden sürekli metafizik dışına akan bir hareket olduğunu anlamamıza yarar.
Selen Ansen’in kuratörlüğünü üstlendiği Her Düşenin Kanadı Yoktur adlı sergiye zemin katından girip doğrudan ikinci kata çıktığımda karşılaştığım boşluk hissi opak pencerelerden içeri düşen mat ışık, beyaz tül perdeler ve Anne Wenzel‘in "Attempted Decadence", 2014 ("Dekadans Teşebbüsü") adını verdiği heykelleri arasında sonsuzluğa açılır gibi gürünen uzam genişlemesinden kaynaklanıyordu. Heykellerin kaideleri üstüne eğreti bir şekilde yerleştirilmiş oluşuna gizlenmiş actio in distans hayatın gelip geçiciliğini temsil ettiği söylenen vanitas tablolarında varolan izleyiciyi mezara çekme, yer çekimini bir kadermiş gibi kabul etmeye zorlamak yerine onu boşlukta ulaşılabilecek en yakın ile en uzak nokta arasında bir çekim alanı kurmaya davet ediyor ve böylece izleme eylemini "bakışsız bir kedi kara" haline getiriyordu. Kuşkusuz buradaki karanlık Wenzel’in heykellerinin bulunduğu aydınlık mekanın tam karşısında yer alan karanlık odaya yerleştirilmiş "Silent Landscape", 2006 ("Sessiz Manzara") yerleştirmesiyle rezonansa girdiğinde boşluk hissini mutlaklaştırıyor, şiddetli bir çarpışma ya da düşüş anından geriye kalabilecek şeyleri görünür kılıyordu. Yalnız burada ayrıca söz edilmesi gereken şey, Wenzel’in kocaman siyah, dikdörtgen bir masaya yerleştirdiği böylesine bir düşme, çarpma anından geri kalan figürleri odanın duvarlarında da yansıtarak bir Gestalt yok etme anını kurabilmesi. Bir başka deyişle, ön ve arka planın kaybolması işte bu odadaki boşluğu uçsuz bucaksız kılan, düşüşe sonsuz bir hareket vererek, düşüşü hep şimdi’de yaşatan.
Bir alt kata indiğimizde mekanı üçe bölen işler arasında, daha önce sözünü ettiğimiz, düşüşü bir clinamen efekti olarak yorumlamanın taçlandırıldığı Bas Jan Ader’in işleri var. "Fall 2, Amsterdam",1970 ("Düşüş 2, Amsterdam") adlı videoda sanatçıyı bindiği bisikletini Amsterdam kanallarından birine sürerek sürekli suya düşüşünü izliyoruz. Ama Peter Greenaway‘in kendisinden 10 yıl sonra yapacağı "The Falls" ("Düşüşler") adlı üç saatlik filmden çok farklı bir düşüş bu. Greenaway’in düşüşleri post-apokaliptik bir dünyada insanların "Bilinmeyen Vahşi Olay" sonucu başlarına gelmiş talihsizlikleri absurd anlatılar çerçevesinde aktarırken, filmde mercek altına alınan her düşüşün Borgesvari bir taksonomisini türlü gülünçlüklerle kuruyor, neşeyi insanlığın aptallıkla yakın akrabalığından çıkarıyordu. Oysa, Borges’ten çok Beckett‘e yakın düşen Bas Jan Ader‘in işlerinde neşe, varoluşun saçmalığından yola çıkılarak değil, bu saçmalık karşısında sanatçının başkaldırısına, bedenini tekrar kurabilme çabasına dönüşüyor. Artaud da diyebiliriz, Nietzsche de! Sanatçının 1975’te zar zor sığabildiği bir ceviz kabuğu tekne içinde Amerika’dan yola çıkarak Avrupa’ya ulaşma çabası belki de hayatının en son performansıydı. Yola çıkışından on ay sonra İrlanda kıyılarında bulunan teknesinde olmayışı kaybolduğunu ima etse de, Bas Jan Ader’in Nietzsche’yi de sarmış olan uzaktan etki kuvveti Arter’in birinci katını bütün bilinmezliğiyle dolduruyor.
Wenzel’in işlerinin bir üst katta yaymaya başladığı boşluk hissi Void ikilisinin (Arnaud Eeckhout ve Mauro Vitturini) gramofonlarıyla ("Bruit Blanc" 2016) formsuzun işitsel anlamda temsiliyetine, ya da böyle bir temsiliyetin sorgulanmasına dönüşüyor. Batı müzik felsefesini "sound art" da dahil olmak üzere hala etkisi altında tutan Schopenhauer’e göre müzik hiçbir şeyi temsil etmediği için bütün sanatlar arasında en üst, en yüce olandır. Günümüze "aracısız olan"ın (immediate) doğrudan temsil edilebilirliği olarak "sound art" ile ulaşan bu tartışmanın ardında formsuz olanın, henüz formsuzluktan forma geçmemiş olanın temsil edilebilirliği iddiası vardır. Oysa hep unutulur ki formsuz diye adlandırdığımız şey de ancak bir form düşüncesi dahilinde anlaşılabir. Void‘un gramofonları her ne kadar dönen biçimsiz plaklara değen ya da sürten karton külahların ucuna iliştirilmiş pikap iğnemsilerin kulaklarımıza aktardığı titreşimler olarak işitebilse de, bu biçimsiz plakların nasıl oluşturulduğunu öğrenince her şey değişiyor. İkili galeri çevresinde buldukları yüzeylerden çıkardıkları kalıplarla oluşturmuşlar bu plakları. Yani, gürültü olarak işittiğimiz sesler formsuzun titreşimleri olarak işitilse de geldikleri yer mimetik bir kopyalama sonucunda elde edilmiş modeller: formsuz formun titreşimleri.
Ryan Gander‘ın galerinin zeminine neredeyse hep diyagonal biçimde saplanmış oklarıyla ("Ftt, Ft, Ftt, Ftt, Fttt", 2010) karşılaştığımızda, Zenon’un evrende hareket diye bir şeyin olmadığını kanıtladığı paradoks geliyor akla. Fırlatılmış bir okun uzamda nasıl ilerlediğini trajektoriyi noktalara bölerek vektöryel oklarla anlatmaya çalıştığı paradoksta Zenon, okun trajektöriyi geçtiği her noktada aslında sabit durduğunu iddia ederek evrende hareket diye bir şeyin olmadığını kanıtlamayı amaçlamıştı. Gander’ın işindeyse her ok ayrı ayrı farklı trajektörileri aşmış ve yere saplanmış görünüyor ama durum Zenon’un paradoksundaki hareketsizliğin kanıtının tam aksine çalışıyor. Çünkü okların duvar ya da yerlere saplanış biçimleri asla bir serbest düşüşün resmedebileceği gibi dikey ya da yatay değil ama çoğunlukla diyagonal. Böyle olunca, Zenon’un bir üçkağıtla ya da zamanın noktalara bölünebileceği önkabulüyle uçuşun her anında yere paralel olarak çizip hareketsizliğe mahkum ettiği oklar saplandıkları yerden düşüş anlarını hatırlıyorlar ve bu hatırlayışı takip etmeye çalışan gözlerimiz atılma anı kaybolmuş okların yola çıkma anlarının uzaktan etki kuvvetine kapılıyorlar.
Nietzsche uzaktan etki üzerine yazmış olduğu fragmanlardan birinde genelde bir süreklilik içinde algılanan zaman kavramını darmadağın ederek zamanın birbirleri üstünde – uzak ya da yakın fark etmez – etkiler oluşturan zaman-noktalarından oluştuğunu yazar. Kurduğu evren atomisttir ama temel amacı süreksizliğin içinden – uzaktan etkinin duyum’a dönüşmesine izin vererek – bir süreklilik çıkartmaktır. Örneğin, evren sonsuz sayıda zaman-noktalarından oluşan, ardışık olmayan, yani sürekliliği olmayan bir olgudur ama noktaların bir diğeri üstüne olan etkisini her zaman-noktasının kendi bedenimi oluşturan zaman-noktaları üstünde bıraktığı duyumu yaşayarak fark ederim. Bazen de fark etmem çünkü uzaktan etkinin ne zaman ortaya çıkacağı bilinmez.
Selen Ansen’in bu sergide başarıyla kurduğu, her işin birbiri üstünde bıraktığı uzaktan etki kuvvetiyle oluşturduğu bu takımyıldızın mihenk taşlarından biri Phyllida Barlow‘un girişte sizi karşılayan "untitled: brokenstage2016" ("isimsiz: kırıksahne2016") adlı işi. Galerinin girişine yığılmış kırık dökük parçalar tıpkı yukarı katta Void‘ın tınısını yakalamaya çalıştığı formsuz formu, bu kez görsel anlamda yakalama çabasına dönüşmüş görünüyor. Yıkılmış bir sahnenin kırık döküklüğü içinde aldığı form tavanlara asılmış gözetleme kameralarına yakalanmak istiyor ama nafile çünkü kameralar bambaşka yönlere doğru bakıyor. Kameraların yakalamaya çalıştığı ben miyim acaba diye bir soru takılıyor insanın aklına çünkü ortalıkta o kadar görsel gürültü varken acaba benim tepkim mi ölçülmeye çalışılıyor, yoksa görüntüm kaydedilip yıkık sahnenin parçacıklarına mı dağıtılacak zaman-noktaları olarak?
Cyprien Gaillard‘ın "Pruit Igoe Falls", 2009 ("Pruit Igoe Şelaleleri") adlı videosu serginin adı olan Her Düşenin Kanadı Yoktur‘dan kendine adeta zaman-noktaları çekerek tanımı trajik ama aynı zamanda neşe dolu bir alana çekiyor. Belki de bunu yazının en başında açmalıydık çünkü her düşenin kanadının olmaması, düşüşü, istenç dahilinde bir eylem olmaya yaklaştırdığı gibi, istenç dışı olarak da her şeyin düşmekte olduğunu ve bir gün bu düşüşün bir nihayete ulaşacağına işaret ediyor. Yalnız bu son söylediğimiz şeyin vanitas tablolarında olduğu gibi insanı bir kadere bağlamak, ölüm denen şeyin kaçınılmazlığıyla yüzleştirmek gibi metafizik bir kaygısı yok. Videoda patlatılarak yıkılan sosyal konutların yavaş yavaş Niagara şelalelerine dönüşümü Nietzschemsi bir bengi-dönüşü müjdeliyor.
Doğa diye bir şey yoksa, doğa dediğimiz şey tıpkı bütün öteki kavramlarımız gibi sentetik bir kavramsa, ya da ancak doğadan çıkınca doğaya doğa diyebiliyorsak ve o andan sonra doğayı sonsuza dek kaybetmiş oluyorsak, formsuz formun neşesine varabilir, bir zamanlar bilerek isteyerek unuttuğumuz şeyi neşe içinde hatırlamadan hatırlamaya başlayabiliriz – zaman-noktalarına özgürlük verdiğimiz sürece. Öyleyse neşe için keyfiyet, keyfiyet içinse düşüş gerekmektedir kanada filan ihtiyaç duymadan.
Ne demişti Sevim Burak? İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar
PERDE İNER
(Perdenin inmesiyle bir düşme sesi duyulur)