A password will be e-mailed to you.

IKSV 22. Caz Festivali, yeni açılımları, dinamizm arayışıyla geçmişe göre bu yıl olumlu bir fark yarattı. İşte festival notlarım…

Festivalin 22. yılını dün akşam gerçekleşen kapanış partisi ile geride bıraktık. Geçtiğimiz iki yıla göre çok daha hareketli bir festival akışı yaşadık. Başta ‘Parklarda Caz’ ve ‘Europen Jazz Club’ etkinlikleri olmak üzere tüm program, geniş bir caz müziği yelpazesine sahipti.

Ben de müzisyen olarak ‘Gece Gezmesi’ etkinliğinde sahne aldım. Bu etkinlik için de ayrı bir parantez açmak gerek diye düşünüyorum. Kelimenin tam anlamıyla Kadıköy’de bir ilk yaşandı.

Aynı anda Kadıköy’de gerçekleşen bu konserleri kaçırmamak için hızlı adımlarla yürüyen insanları görmek güzeldi… Gecenin kesintisiz, sorunsuz akması için çaba sarf eden tüm IKSV çalışanlarını tebrik etmek lazım.

Geçen yıl bahsettiğim ‘festival vicdanım’ bu yıl birazcık sızladı. Festival vicdanı, gidemediğiniz konserler için atar. Belki görmez, dokunamaz ama için için hissedersiniz onu ve bir nedenden dolayı o konsere gidemediyseniz, tam da konser gerçekleşiyorken festival vicdanınız size zor anlar yaşatır. Sonrasında da peşinizi bırakmaz. 

Festival vicdanım 22. İstanbul Caz festivalinde Tigran Hamasyan konseri için peşimi bırakmadı. Onu kaçırmak beni bayağı zorladı. Yeterince insanın gelmediğini düşündüğüm The Bad Plus Joshua Redman konserinde olarak neyse ki vicdanımı rahatlatacaktım.

Öncelikle konser olarak sıkıcı bulduğum ve aslında biraz da Harbiye Açıkhava’da bir şeyler izlemek adına gittiğim Jools Holland and His Rhythm & Blues Orchestra gecesinden bahsetmeliyim. Hafif bir yaz akşamında Açıkhava’nın yolunu tuttuk. Festivalin önceki yıllarda olan Hugh Laurie veya hatırladığım John Legend tercihlerine benzer bir isimdi Jools Holland. Later with Jools Holland’ı ne kadar sevsek de konser beklenilen ‘eğlence’ kotasını dolduramadı diyebilirim. Enerjisiyle konsere biraz daha hareket getiren Marc Almond’ın ardından başlangıçtaki meraklı kalabalık, sağlı sollu merdiven çıkan insan öbeklerine dönüştü.

Jools’tan önce izlediğimiz Imelda May ise Harbiye akşamında iz bırakan isim oldu. Gecenin ön grubu olmasına rağmen, dinleyicilerin ana grubu gibiydi sanki. Harika çalan bir ekip ve Imelda May’in üst düzey sahne performansı, dinleyiciler ile kurduğu iletişim akılda kalan sahneler… Bir de kendini sahneye atan ve durmaksızın dans eden, sonradan festival direktörü Pelin Opçin’in kızı Yaz Çorumluoğlu olduğunu öğrendiğim küçük kız çocuğu şimdiden bu yılki festivalin unutulmaz karelerinden oldu.

The Bad Plus Joshua Redman gecesi için Enka Açıkhava Tiyatrosu’nun yolunu tuttum. Yanlış metro durağında inip bir yarım saat kadar yürümüş olsam da İstinye Park görevlilerinin yönlendirmeleri sayesinde Enka okullarının steril üst geçidinden geçerek içeri girdim.

Biraz geciktiğim Fransız Vincent Peirani Quintet konserine bir not düşmeden edemeyeceğim. Grubun lideri Vincent Peirani için bir akordiyon virtüözü demek yanlış olmaz sanıyorum ama kendisi aslında akordiyon çalmıyor. Sağ el klavyesi akordiyondan farklı olan enstrümana Rusya’da ‘Bayan’ deniyor. Kromatik tuşlarıyla, yapısı akordiyona göre biraz farklı, biraz daha geniş bir ses aralığı içeriyor. Öncelikle Vincent ve grubunu festival vesilesiyle tanıma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Onları ön grup olarak izlemiş olsak da Vincent Peirani bir ACT müzisyeni ve yaşına göre gerçekten güzel bir kariyeri var. Akordiyon dışında soprano saksofon, klavye, bas gitar ve davuldan oluşan ekip, hem solo icra konusundaki ustalıkları hem de akıcı ve ritmik varyasyonlu parçalarıyla dinleyicileri yakalamayı bildi; bis yapmaları için alkışlarımızı olağanca gücümüzle sürdürüyorduk ki sahne değişikliği için IKSV ekibi sahneye girdi. Alkışları duyup sahneye çıktılar ama biraz buruk ve komik bir çaresizlikle kulise geri döndüler.

Gecenin kelimelere sığmayacak konseri The Bad Plus Joshua Redman’a gelince…

The Bad Plus’ı ilk kez canlı dinliyorum. Joshua Redman’ı ise daha önce Brad Mehldau ile duo olarak dinlemiştim. Bu dörtlü bu yıl Nonesuch Records etiketiyle bir albüm yayınladı ama birliktelikleri 3-4 yıl önceye dayanıyor. Bu birliktelik bir albümlük bir şey olmaktan çıkıp bütün bir tını olmaya başlamış. The Bad Plus ve Joshua Redman ortaklığı umarım 1-2 albüm daha devam eder. Önceki yazımda da bahsettiğim üzere bu yılın favori albümlerinden birine imza attılar. Albümden daha agresif performansların eşliğinde, konserin ön sıralarında hop oturup hop kalktık, Dave King’in sololarına ne yapacağımızı bilemeyip yer yer güldük, basçı Reid Anderson’ın mizahi sunumuna kahkaha attık… Benim için soluksuz bir konserdi. Konsere, albüme aşina olarak gitmek, konserdeki farklılıkları deneyimlemek açısından da iyi oluyor.

2001 yılında yayınladıkları Motel albümünden bir parça olan Love is the Answer ile konseri açtılar, ardından yeni albümden Faith Through Error ve Mending geldi… Bis’ten önce çaldıkları Beauty Has it Hard parçası benim için konserin her yönden doruğa ulaştığı nokta oldu; gözlerimi kapayıp müziğe yaklaştığım o an, uzun zamandır hiçbir konserde yaşamadığım bir deneyim ve yakınlıktı. Konser sonunda en önde umarsızca uyuyan birini uyandıran Dave King gecenin son dokunuşunu yaptı: ‘’Dostum son durağa geldik!’’

Festivalin benim için son konseri olan soprano ve tenor saksofonda Chris Potter, kontrbasta Dave Holland, elektrik gitarda Lionel Loueke ve davulda Eric Harland dörtlüsünü izlemek üzere CRR’nin yolunu tuttuk. CRR’ye doğru yürürken ortalarda paten kayan bir kız dışında kimsenin olmayışı insanların bayram tatilinde olabileceğini düşünmemize neden oldu ama CRR’ye girdiğimizde hatırı sayılır bir kalabalıkla karşılaştık. Festivalin başı çeken caz konserlerinden birinin boşluklu geçmesi söz konusu olamazdı tabii… 

Holland, Potter ve Harland birlikteliğini daha önce Overtone Quartet’ten biliyorduk; bu ekibe benim de bir süredir takip ettiğim gitarist Lionel Loueke de eklenmiş. Henüz ortada bir albüm yok, dörtlünün bir adı da yok. Ekip için de taze olan bu birliktelik, 4 büyük caz müzisyeninin de kimi zaman nereye gittiğini bilmediği bir akış içinde seyrediyor. Kararsız parça finalleri aslında sürprizli akışın birer getirisi niteliğinde. 7/8’lik bir parça ile açtıkları dinamik sette ilk soloyu Lionel Loueke alıyor; başlarda pek ısınamadığını yaptığı bend hareketleriyle belli ediyor, biraz daha açıldıktan sonra kendi stilindeki sololarla ne denli iyi bir icracı olduğunu gösteriyor. Eric Harland çaldığı uzun bir solo ile gece için anlatabileceklerini bir cümleye sığdırıyor sanki… Chris Potter benim de uzun zaman sonra özellikle canlı dinlemek istediğim bir müzisyendi; üst düzey performansıyla yine melodik ve anlatımcı sulardan uzaklaşmıyor. Dave Holland ise bisten önce çaldığı solo ile kısa ve öz, sanki tam da o anda orada olması gerektiği gibi… (Parçanın ismi Finding The Light imiş; yeni bir Dave Holland bestesi.) 

 

Dörtlü kulisin yolunu tutarken aralarındaki güzel iletişimi Dave Holland’ın Eric Harland’a sarıldığı an görüyoruz. Böylesine güzel bir konserin bitişinde gördüğümüz bu fotoğraf müziğin de öncesinde gelen değerleri sıralıyor: saygı, iletişim, dostluk…

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 18:24:37